Cenazeni almaya kimsenin gelmemesiyle, cenazeni almaya gelen olmaması aynı şey gibi geliyor ama değil. İlki sanki alacak birileri varmış da bir tanesi bile gelmemiş hissi uyandırıyor. Ama diğerinde mutlak bir yokluk hali var.
Yolda bunu düşünüyordum. Önce cenazeyi almaya kimse gelmemiş diye geçti aklımdan. Sonra kendimi düzelttim. Cenazeyi almaya gelen yoktu. Adamın öldüğünü haber verecek kimse yoktu. Sonra kimsesizler mezarlıklarını düşündüm. Bir kimsesizin mezarı kaç yıl muhafaza ediliyordu? Ne kadar zaman sonra düzeltilip bir başka kimsesiz bedenin gömüleceği yeni bir mezar oluyordu?
Nihat Melik Duraner. Cenazeyi bulduğumuzdaki hal ilk bakışta açık bir intihar görüntüsüydü. Ölü bedenin başucundaki kağıt topundaki özen, bedenin yerdeki uzanışının adeta bizi kağıtlara yönlendirmesi… Başkaca bir notun, dikkat çekici bir detayın olmaması, evin, yahut odanın diyelim, fazlasıyla toplu oluşu… Nihat Melik Duraner işini, tek ve son eserini bitirmiş, belki bunu duyurmak için birtakım yollar da düşünmüş hatta belki denemişti. Denemiş miydi? Sanki romanı bitirmiş, aylarca kös kös oturmuş, belki çevrede dolaşmış ve yapacak başka bir şey bulamayınca da bu sıkıntıya bir son verme yolunu seçmişti. Giderken de, bir gün kendisini bulacak kişi ya da kişilere başucundaki eserini, imzasını, azımsanamayacak uzunluktaki ömründen arta kalan kayda değer tek “şey”i bırakmıştı. Belki de göstermek istemişti. Bununla birlikte, vakaya ve eve şöyle dışarıdan bir bakınca gayet basit ve temiz bir cinayet fikri de canlanmıyor değildi. Ama yerde duran çürümüş beden iş yükümüz içerisinde o kadar kıymetsiz bir kütleydi ki; olay yeri inceleme ekibi birkaç fotoğraf çekmiş, gardrop çekmecelerine, yatağın altına, evin çevresine şöyle bir bakmış, savcı bey’in “hadi hadi taam”larıyla malzemelerini toplayıp ayrılmıştı. Savcı bey mesele üzerine birazcık kafa yormayla bile uğraşmamış, adli tıptan otopsi istenmesine dahi gerek görmemişti. İtiraf edeyim ben de ilk andaki merakıma rağmen geçen günler içinde meseleden uzaklaşmış, o günlerin çalkantısı, velvelesi içerisinde kendimi günlük meselelerin içine bırakıvermiştim.
O akşam da diğer akşamların birçoğunda olduğu gibi dolmuştan inmiş eve doğru yürüyordum. Bu ölmek meselesi son zamanlarda aklımın birçok köşesinden olur olmaz zamanlarda filizlendiğinden, kendi kendime kaldığım anlarda düşüncelerim bir şekilde kansere, bir çatışmaya, bombalı saldırıya, savaşa varıyordu. Ölmek fikrine hazırlıksız yakalanmıştım. Ölüm etrafta geziyor, hemen yakınlarda bir yerde olduğunu, bazen dolmuşta yanınızda oturduğunu, bazen yolda yürürken topuğunuza basıp pardon dediğini, dar bir kaldırımda şemsiyesiyle umursamadan üstünüze üstünüze yürümüş olabileceğini hissettiriyor, her an “tam orada”, sizin olduğunuz o “herhangi bir yerde” olabileceğini yüzünüze vuruyordu.
Cenazeni almaya kimsenin gelmemesi ne büyük yalnızlık diye düşündüm. Bunun varyasyonlarını kurdum kafamda. Yaşam boyu hiç arkadaşın, eşin dostun olmamasını da düşündüm, çevrendeki herkesin senden önce ölmesini de… Yalnız bu düşüncelerin bir yerinde, ölmeden önce, cenazeni almaya gelecek kimse olmadığını bilmenin, cenazeni kimsenin almamasından daha büyük bir mesele olduğunu hissediverdim. Özellikle hissediverdim diyorum çünkü bu düşünceli yürüyüş esnasında o yalnızlık hissine ulaşınca içimde bir küslük, donuk bir ağlamaklı hal kaynadı. Karnımdan göğsüme, oradan enseme yayıldı ve gözlerime yerleşti.
Bu düşünceler içerisinde Nihat Melik Duraner’in yere uzanmış o halinin altında yatan duyguları biraz daha kavradığımı sezdim. İrtibatı olan, oturup sohbet edeceği, hal hatır soracağı, bir hikaye anlatıp birlikte güleceği, ufak bir ricada bulunacağı tek kişi, tanımadığı bir misafiriydi. Ne zaman gelip cesedini bulacağını bilmediği bu misafirinden başka kimsesi olmadığının ya da kalmadığının farkına varmış ve hatta bunun acısını, ne zaman biteceğini bilmediği hayat macerasının sonuna kadar taşıyamayacağına da karar vermişti.
"Yazın Günler Çok Uzun" tefrikasının tüm parçaları:
- Yazın Günler Çok Uzun
- Yazın Günler Çok Uzun 2
Yorumlar