…
Yazma! Ne yaşadıklarını yazabilirsin aslında, ne de yazdıkların seni özlediğin kıyılarına getirir yaşamın.
…K. Sinan Küçük
Kelimeler, daha da ötesi “söz” dedikleri işte, “kelam”… işlevsiz kalır bazen. Hiçbir derde derman olmaz. Bir tepenin üstünde ağır makineli tüfeğin vardır ama karşındaki öyle çok oluverir ki birden, arkasında bıraktığı toz bulutuyla yürür gelir üzerine. Kelimelerin acz içinde uçuşurken, varolan dünyan ürkütücü bir gürültüyle üstüne yıkılıverir. Altında kalır, ölür gidersin mecazen.
Kendi hayat maceran içinde mecazen ölmek gerçekten ölmekten her zaman daha acılıdır… Acılıymış… Acılıymışdır… Sıcağı sıcağına anlamazsın. Anlamayınca anlatamazsın da… Çok sonra bir gün biri, belki de kendin, olan biteni sakin kafayla düşünüp algılar da; sağa sola dağılmış, çoğu unutulmuş an zerrelerini toparlar, kalakalmışlığın efsanesini yazarsa, onunla teselli bulursun ancak. O da kelimelerle ne kadar anlatılabilirse… Düşüp kaldığın o yere, kimsenin uğramayacağı, metruk bir kahramanlık anıtı dikmek ya da bir ağıt yakmak gibi ardından…
“Derviş bellidir tacından
Yürek incinmez acından”
Gerçi belli olmaz tabii; bakarsın iş oraya geldiğinde, yirmi dokuz harf en umulmadık, en hayret verici güzellikte bir araya gelir. Adının geçtiği parıltılı cümleler gökyüzünde patlayarak dört bir tarafa saçılır. Olmaz ya, ondan bir o kadar daha sonra, edebiyat tarihçisi parmakla gösterir uzun cümlelerin gürültüyle çağlayıp paragraflara evrilişini. “İşte bu!” der bir türkçe öğretmeni kendini ilgiyle dinleyen onyedilik pırıl pırıl gençlere. “Yirmibirinci yüzyılın en görkemli söz örgütü. En uzunu on belki on beş harflik kelimelerden kurulmuş başka türlü bir bağ. En acıklı çığlıkla tepelerden kopup gelen kar kütlelerini ehlileştirip üzerine binen bir süvari”. Bu der belki, belki tabii, “bu edebiyat değil arkadaşlar, bu orospu çocukluğudur”.
Ne güzel olur… Ama yüksek ihtimalle, bugünden otuz iki sene sonra, artık birbirini tanımayan iki kişinin yılda birer kez aklına gelen iki buçuk hikayeden ibarettir o beş para etmez efsanenin menzili.
Peki ya o makinelinin üstüne üstüne, tüm kalabalığı ve cesaretiyle tozu dumana katarak koşan sen? Sen öyle misin? Hem mermi, hem tüfek, hem en bilenmiş, en keskin nişancı.
“ölüm allahın emri
ayrılık olmasaydı”
Dur bakalım. O gün geldiğinde, yani gelirse… Belki ilkçağ savaşçıları gibi bu ölü düşmandan da basit bir hatıra… Heybene bir diş, bir kemik parçası; o olmadı, ne bileyim katledilmiş bir itilaf piyadesinin daha modern makineli tüfeği, fiyakalı bir matara; veya olmaz ya, bir de bakmışsın, hatırladıkça yüzünde ellibeş bin kişiye komuta etmiş muzaffer bir mareşalin savaş meydanına son bakışındaki ifadeyi yaratan bir başyapıt… Adınla başlayıp adınla biten, paha biçilemez…
Şurada uyuyakalmışsın da sanki
üzerini örtüp
saçlarını
kokluyormuşum gibi
Yorumlar