“ağzına sıçayım!..”
küfür eden bendim. araba kullanan aniden fren yapınca boylu boyunca uzandığım deri arka koltuktan kaymış, ayaklık kısmına düşmüştüm. düşerken son anda tutunduğum emniyet kemeri bile düşmemi engellememiş ve benle birlikte uzayıp gitmişti.
doğrulup oturdum.
“ağzına sıçayım!..bu ne biçim araba kullanmak kardeşim. böyle ani hızlanıp ani frenler yapılır mı?”
n.s bir şey demedi. bıyık altından güldü yalnızca dikiz aynısından şöyle bir kesip.
üç kişiydik arabada. n.s arabayı kullanıyordu. c.b yanında oturmuş, boş boş etrafı seyrediyordu. tepki bile vermedi ben düşünce.
doğrulup ayakkabılarımı giydim.
“neredeyiz?”
“zigana’dan çoktan sallandık. kop’a tırmanıyoruz” dedi c.b. arkasına bakmadan.
bir kaç gecedir doğru düzgün uyuyamıyordum. zigana’da “zehir” in kahvaltısı, üstüne dağ havası mayıştırmıştı. arka koltuğa kıvrılıverdim. rüyamda kıvırcık, uzun ve siyah saçlı bir kadının saçlarına yüzümü gömmüştüm. saçları şampuan ve vanilya kokuyordu. beyaz tenliydi ama yüzünü hatırlamıyorum. sadece güzel olduğunu biliyorum. çok güzel olduğunu. kadını tanımıyorum ama birlikte oturduğumuz uçurumu çok iyi biliyorum. çok iyi biliyorum.
aynı uçurumu bundan tam 6 sene önce bu mevsimlerde görmüştüm. doğuda çalıştığım yıllardı. iş icabı araziye çıkmamız gerekiyordu. taştepe köyü’ne..
köye vardığımızda muhtar karşılamıştı bizi. topu topu 20 haneli ama yalnız 8 hanesi kalmış, unutulmuş bir köy. bir tarafı silvan’a bakıyor. öteki tarafı uzadıkça uzayan diyarbakır yoluna.
yemek hazırlatmıştı muhtar tüm tembihlerimize rağmen. geri çevirmek olmaz. doğuda ayıptır. o yemeği yemez, o çayı içmezseniz küfür etmiş sayarlar. mütevazi yer sofrasında çaresiz yumulduk patetesli keçi eti haşlamasına..yanında bulgur ve bir çanak yoğurt. üstüne kaçak çay.. sofrada muhtar ağzını açmadı.
“ee, muhtar, neden hiç konuş muyorsun?
“ne söyleyeyim beyim..” dedi, sustu, kaldı. ikinci çayı yudumlarken sarı tütünden sigara sarıp verdi meşeden kesilmiş kaba ellerini nereye saklayacağını bilemeyerek. sigaradan sonra kalktık. muhtar yol gösterdi;
“buradan beyim” köyün içinden geçerek yanyana asker gibi dizilmiş, tek katlı, 8 kerpiç evin olduğu yere geldik. son evin yanından etrafımı seyrederek geçerken birden yanımdaki yazıcı ahmet asıldı ceketimin yakasından.
işte o uçurumu o zaman gördüm. düşmeye ramak kala ve adım atmak için kaldırdığım ayağım havadayken.
yanyana dizilmiş, duvarları birbirine yaslanmış 8 hanenin önünde ancak ve ancak iki ayak genişliğinde düz alan ve ötesi uçurum. silvan vadisiymiş. karşı tarafta görünen dağlar silvan dağları. vadinin tabanından güç bela pasur çayı gözüküyor ve iki ilçeyi birbirinden ayırıyor. bulunduğumuz iki ayak genişliğindeki düz yerden bakınca vadinin bizim olduğumuz taraftaki yamacı gözükmüyor. alabildiğine dik uçurum. hani biri kazayla düşse ölmekten çok kaybolmuş olur. ya da ölüsü kaybolmuş…gözlerime inanamadım. deniz gibi değil, gökyüzü gibi de. onların sonu yok. algılayamadığın için de korkutmuyor. burada gözün en son ulaştığı yerde vadinin tabanını güç bela görebiliyorsun. bu da vadiyi sonlu yapıyor. sonlu bir noktada, gözün o derinliği algılıyor. tabandan bulunduğun noktaya gidip gidip geliyorsun. düşüp düşüp..ne kadar garip.. iki sınır arasında kayboluyorsun.
alabildiğine kahverengi silvan dağları. üstünde yeşillik hiç bir şey yok. modern dünyanın imaj kırıcı “kahverengi” si doğuda tefekküre ve kendiliğinden susmaya dönüşüyor. için acıyor, yüreğin cız ediveriyor o kahverengiden. toprağın rengi olduğu için mi, sana geçmişteki hatalarının bedelini ödetmek istiyor sanki baktıkça. yer yer mor başlı katır tırnakları gözüküyor daha dikkatli bakınca. inatçı pırnal meşesi süstüsleri.. umut mu? neye dair?
gözümü güç bela vadiden ayırıp evlere bakıyorum. evlerin arkası köyün meydanına baktığı halde hiç arka kapıları yok. tüm girişler evlerin önündeki bu iki ayaklık düzlükten sağlanıyor. tüm kapılar uçuruma ve vadiye açılıyor. şaşırıyorum. çok şaşırdığımı hatırlıyorum. dört ya da beşinci hanenin önünde bir ihtiyar oturmuş vadiyi seyrediyor. sekizinci hanenin önündeki düzlükte ise iki çocuk ceviz oynuyor. çocukluğumda arabanın altına kaçan topu almak için nasıl süründüğümüzü hatırlıyorum. ya da mazgala kaçan misketlerimizi almak için nasıl etrafını kazıdığımızı o demir kütlesinin. cevizler düşse uçurumdan hiç mi yeislenip akıllarından geçmez inip almak? kaybetmeyi bu yaşta mı öğreniyorlar yoksa? ya örneğin sabah uyanıp evden çıktığında o dalgınlıkla bir adım fazla atsan? kavga eden gelinle kaynana düşünmez mi birbirini iteklemeyi aşağıya? en kötüsü ya sevdiğin düşse?
bunları düşünürken dalmışım. muhtar dürttü. “gidelim beyim, dikkat et adımlarına” evlerin önünden tek sıra halinde yürümeye başladık.muhtar önümüzdeydi. aşağıya bakmıyordum artık. yaşlı adama yaklaştığımızda muhtar dönüp uyardı. “şehmuz dayıdır, kördür ya sen yine de ilişme” yaklaştıkça ihtiyarı gözlüyordum. yemiş kesiyordu elindeki kör çakıyla. yaklaştığımızı duyunca durakladı. kulak kabarttı. eli kucağındaki bastona gitti. tam muhtar müsade isteyecekti bastonu kaldırıp önünü kesti. bir şey demeden eliyle sus işareti yaptı. muhtarı paçasından tutup kendine çekti. kokladı. geçmesine izin verdi. arkasında ben vardım. beni de tuttu. uzun uzun kokladı bastonu indirmeden. sonra bastonuyla vadiyi, dağları gösterip yüzünü bana, yukarıya kaldırıp bağırmaya başladı. “GÖRMÜYORSUN!”
anlamadım. afalladım. o yineledi.
“GÖRMÜYORSUN, BRE HEY, BAKIYORSUN DA GÖRMÜYORSUN!!”
iki üç kez yineledi. kör bir adamın, benim gibi bir yabancıyı, uçurumda yolunu kesip uçurumu, dağları gösterip “görmüyorsun” demesi işte…
o zaman anlamamıştım bunu .hikayeleştirmiş ya da uydurmuş değilim. yaşadığım bir olay tam 6 sene önce bu mevsimlerde.
beni hep karıştırmakla, karmaşıklaştırmakla, inançsızlık, duvarlar ya da karanlıkla suçladırlar. kör bir adam bana görmemi söyledi. bunu da gördüm. daha ne kadar basit olabilirki, dedim ben de, anlamadılar.
bir çok kez gördüm rüyamda ya da yaşamımda ; o uçurumu da, ihtiyarı da. kahverenginin her tonunu da.
aslında çok basit yaşam. Ama kör olmayıp görememek de var.
işte arabada uyurken, o kıvırcık saçlı hatunla o aynı uçurumun kenarındaydık. kafamı saçlarına gömmüştüm. şampuan ve vanilya kokuyordu saçları.
kop geçidi tabelasının önünde aracı durdurdum. 15-20 metre tepeye doğru yürüdüm. kop, ıslak ot ve kekik kokuyordu.
ayaklarımı yere sağlam basıp dengemi kurdum. usul usul, kesik kesik, yeğin yeğin işedim. benden en basitini istiyorlar. işte en basiti budur yapabildiğimin.
arabaya döndüm. yine arka koltuğa oturdum. aykkabılarımı çıkarıp boylu boyunca yine uzandım. bu sefer kendimi emniyet kemerleri ile sıkıca bağladım.
yine o kıvırcıklı saçlıyı ve uçurumu göreceğimi biliyordum. ve bu sefer beni uçurumdan itecekti. biliyordum. olsun, vanilya kokuyordu ya saçları.
—————-
şimdi karedeniz’de çalışıyorum. bulunduğum yerde “manahoz” diye bir dere akar şehrin içinden. anlamını sordum kimse bilemedi. 80’lik ihtiyar paşa dayı’ya sordum geçenlerde,
“manahoz ne demek?”
“düşünmekle ilgili”
“yani?” dedim.
“düşün, dur” dedi.
——————————
insanlar vardı duvarın içinde.
ya ben hep duvara konuştum
ya da duvar değil konuştuğum, içinde insanlar var.
nedense beni anlasın istedim içinde insan olan duvarlar.
bilmiyorum,
belki de ben gerçekten delirdim
onlar haklı belki de.
içinde değil duvarların insanlar
sadece arasındalar..
(Bana bir şeyhler oluyor isimli oyundan)
Yorumlar