Kıyıda bi masa seçtik, denize sıfır. Denizin çarşaf gibi olduğu akşam üstlerinden biriydi. Ufak bir koyun sonunda kayalıkların tam başladığı yerdeki mekana ilk kez geliyorduk. Hemen bir kaç adım yanımızdan yüz yüzelli metrelik kumsal başlıyor, karşı kayalıktaki diğer mekana kadar da hiç kimse görünmüyordu. Güneş karşı kayalıklara doğru hızla devriliyor, kumsaldaki şekillerin gölgeleri anbean bana doğru uzuyordu. Kış günü dersin ama hava sakin, dingin, esintisizdi. Sıcaklık üşütme sınırında olsa da üzerimiz sıkıydı.
Yeteri kadar sigara, çakmakla masaya oturduk. Masa dört kişilikti. İki erkek olunca, bi ümit, hep dört kişilik masaya oturulur. Gece yalnız dışarı çıkarken yanına güneş gözlüğü almak gibi… Bi ümit.
Rakı içicez şefim, dedim, kırk beşi devirmiş, sarı bıyıklı, orta boylu, kendine bi beden küçük açık mavi önlüğünden göbeği iyice ortaya serilmiş, şişmanca, kır saçlı garson abiye. “ellilik bizi güzelleştirir”. Efenim? diye kibarca eğilip kulağını eliyle bana eğince tatlı tatlı sırıttı Tahsin, “yarraa yedik” bakışıyla. Rakı abi rakı, ellilik, dedim sesimi yükselterek. Yanına ne alırsınız? diye doğruldu biraz yüzü asılarak. Belli ki muzdaripti bu az duyma mevzuundan. Ben de biraz üzüldüm, fazla bağırdım herhalde diye düşünüp. Tahsin kaya yanığı istedi, kumlu yahni var mı diye sordu sonra da. Var ama az bekletiriz onun için, kum sabahın kumu. Yensini getirelim. Bi yirmi dakka yarım saat alır hazır olması. Düzenbaz yeşili yaptırayım size önden? Deniz börülcesi, arkasına da tereyağlı karides. Tamam dedik.
Buzuydu, yoğurduydu, kaya yanığıydı, peyniriydi, börülcesiydi, düzenbazıydı, yağaydı suyuydu derken hızlısından bi onbeş dakkaya hazır etti masamızı Muharrem abi. Gümüşhaneliymiş. Gümüşhane’li diye bişey varmış demek, diyince bi anlamadı. Niye ki? dedi. Ne bileyim abi dedim. Şu yaşa geldim, gördüğüm ilk Gümüşhaneli sensin. Gümüşhane’ye gideydin yeğenim madem meraklısısın. Membaa oradır, dedi. Tahsin esaslı bi kahkaha patlatıp rakıları doldurmaya davrandı tombul kısa parmaklarıyla. Az sonra da ızdırapla gerinip, yau şu belim azdı gene, diye girdi lafa. Ellilik yeni rakıyı sıkı sıkıya kapatıp sandalyenin sağına zulaladı gençlikten kalma alışkanlıkla. Sonra yaptığını farkedip gülse de gecenin sonuna kadar ordan çıkardı rakıyı. Yokluyor gene bu ara diye devam etti. Kırk kere dinlemiş olmama rağmen, “gösterdin mi doktora” diyince hikayeyi aynı sırayla döktü. Doktor bunla yaşıycan demiş, efendim sigarayı bırakmazsa kırkından sonra altı ayda bir ameliyat olurmuş. Kemik yapısı şu yaşta gelişimini tamamladığı için o yaştaki kilosuna dönmeliymiş. Basket, voleybol gibi zıplanan sporlar yapamazmış ama bol bol yürüse iyi olurmuş. Ordan da belinin eski maharetlerini sıralamaya geçti.
Gençlik anılarımızı karşılıklı döktük; her bir hikayeyi ilk kez dinliyormuş gibi merakla dinleyip gevrek gevrek gülerek. Ya şunu hatırlıyo musun? Ooooo ne meme vardı bilader onda. Şey vardı ya bi de benim, üfff ne diyosun. Yau sana bak daha önce demedim ben de, Elif vardı ya benim sınıfta. Hadi canım sallama şimdi. Yau nasıl bi kıç vardı biliyo musun, lokum. Geçen gördüm, kocası, kızı yürüyolardı. Boyu kadar olmuş kızı. Vay anasını… Şöyleydi böyleydi bi iki saati yemişiz. Arkasından her zaman olduğu gibi laf döndü dolaştı sana geldi. Tahsin, öyle güzeldi böyle iyiydi, yanlış yaptın bırakmayacaktın sen o kızı diye sıralamaya başlayınca bi tadım kaçtı. Napıyormuş haberin var mı? diye sorunca vallaa en son maliyede memurdu, dört sene önce kim demişti, biri demişti. Evlenecekti evlenmiştir herhalde. Haberim yok dedim. Biraz daha üzerime geldiyse de renk vermedim. “Muharrem abi kumlu yahni noldu” diye seslenip konuyu kapatmaya çalıştıysam da “özledim vallaa” diyince gözlerim doldu. Yine de söylemedim öldüğünü. Söyleyemedim yani işte. Çok özledim lan seni. Bak, Tahsin de özlemiş.
oldukça sürükleyici…