sana muhtemelen kırlangıçları da anlatmamışımdır…
– birisi hakkında hiç hikaye yazdın mı? diye sordu, kanepede oturmuş, sarılmış vaziyetteyken.
– yazmadım ama hep hikayeleştirdim.
– benimle ilgili yazar mısın?
– yazarım ama önce sana kırlangıçları anlatmalıyım.
sana kırlangıçları bile anlatmamışımdır…
bir arkadaşıma sormuştum “ne kadar sürecek?” diye de “muhtemelen sürdüğünün yarısı kadar zaman sonra bitecek” demişti. önümde 90 saat daha var demektir bu. o zaman nerede olacağımı bilmiyorum. söz vermiş bulundum ya bir kere…
sana kırlangıçları anlattım mı?
kanepede oturmuş öpüşüyorduk. ıslak ve yumuşacaktı dudakları. usul usul, acemice, incitmekten korkar gibi öpüyordu. ayrıldığımızda başını göğsüme yaslayıp kokluyordu. ben de ensesini kokluyordum. turunç turunç kokuyordu. biraz yabani ama mutlaka tanıdık. öperken ellerimle uzun ince telli saçlarını tarayarak parmak uçlarımla sırtına dokundum. yavaş yavaş… inledi yavaş yavaş.
sana kırlangıçları neden anlatmıyorum ki?
alp var…eski bir arkadaş. kafasını kesmiştim “beğenici” hikayesinde. bittiği zaman dünyanın en güzel baharı olacak demişti dokuz sene önce. nah sana! bitmiyor. birikiyor yalnızca. amip gibi üstelik bölünerek çoğalıyor.
sana kırlangıçları anlattığımı hatırlamıyorum.
gece yarısı kendiliğinden uyanıvermiştim.
“merhaba” dedim.
“merhaba” dedi.
sabaha kadar durmaksızın konuştuk. her şeyden. ona bir fotoğraf gönderdim. yan binanın saçak altındaki boş kırlangıç yuvasını. bozulmamış. baharda geri geliyorlar. ne zaman balkonda kitap okumaya kalksam önümden pike yapıp bağıra çağıra geçiyor anneleri. yuvalarına, yavrularına zarar vereceğimden ürküyor her hal.
karnımda karıncalar var, dedi. yine konuştuk. güvercinler dedi bu sefer kanat çırpıyorlar.
sana kırlangıçları anlatmak istemiyorum.
abimle balkondan denizi ve geçen arabaları seyrediyorduk. küçükken almanya’da da arabaların renklerini sayardık hatılıyor musun? dedi. hatırlamıyorum. çok küçüktük. o kahve almaya içeri girdiğinde kırmızılar 6, siyahlar 13’dü.
sana kırlangıçları neden anlatıyorum ki?
ertesi ya da daha ertesi gündü. ya da daha ertesi. yanına gelmek istiyorum, dedi. havaalanında görüp görmez sarılıp öptü. başını gömüp uzun uzun kokladı. eve geldik. kanepeye oturduk. şarap içirdik birbirimize kendi ağzımızla. sarıldık.
sana kırlangıçları anlatmış felan değilim.
“oysa ben, sadece insan olmak isterdim. sadece insan, ne eksik, ne fazla. bırakmadılar ki! belki de suçlu olan benim. kimbilir! bazı kimseler ne güzel olabiliyorlar; bakışlarıyla, duruşlarıyla, yaptıkları işlerle; ben insanım, diyorlar. bilmiyorum. bildiğim; bir ‘Şey’ kaybettim, bir yitiğim var, onu arıyorum… bir Şey işte. anlatabilsem…” (habib bektaş-ben öykülere inanırım-Şey)
sana hala kırlangıçları anlattığımı sanıyorsun.
…sarılmıştık. kanepede oturmuş öpüşüyorduk. ıslak ve yumuşacaktı dudakları. usul usul, acemice, incitmekten korkar gibi öpüyordu. hiç incitmez gibiydi. hiç…
doğrum yok ki ne yalan söyleyeyim. o istemedi onunla ilgili bir şey yazmamı. başını boynuma gömmüşken çenesini kaldırdım. gözlerini gördüm. dedim, gözlerinle ilgili bir hikaye yazmalıyım.
sözümü tuttum. onu bilemem artık. gerisi benim için aynı hikaye.
kırlangıçlar işte. yokki.
Yorumlar