“Küçük şehirlerde bir belediye parkı, bir Atatürk heykeli, birbirini kesen iki cadde mutlaka vardı ve halk, bu caddelerde dolaşan hüzünlü bir insana deli diyerek eksiğini tamamlardı”
(Ayfer Tunç – evvelotel’den)
bir senedir düzenli aralıklarla geliyorum bu çınaraltı lokantasına. sahibini tanımam. ama çamlıhemşinli olduğunu duydum. zaten bir yerde en iyi meyhaneyi çamlıhemşinliler işletir. sahibi kimse kim, şef garson çamlıhemşinli değilse orası zaten meyhane bile değildir.
her küçük şehirde bir belediye parkı, birbirini kesen iki cadde, her istasyon ve otogarın bir delisi olduğu gibi gittiğim her yerde de “kalamış”, “bomanti” ya da “çınaraltı” isimli bir berduş sayfiye yeri bulunuyor nedense. ben de burayı tesadüfen buldum. yediğim en lezzetli soğuk işkembeyi yaptıkları için de geliyorum işte mevsiminde belli aralıklarla.
üç gündür sağ gözümde bulanıklık var. ayrıca at gözü gibi yan tarafımı görmüyorum. işte çınaraltı’nın çakıl döşeli açık hava otoparkına girerken sağ yanımdaki aracı da bu yüzden göremedim. tamponundan -bence- hafif bir dokunuşla sıyırıp yanına park ettim. sahibi arabanın içinde telefonla konuşuyormuş. iner inmez üstüme atıldı. vuracak sandım. elim gayri ihtiyari belime gitti. bunu görünce korkup geri çekildi. yine de canı yanmış gibi feryat figan bağırmaya başladı; “abi, naptın sen ya, sıfır arabaydı, nasıl görmezsin, koskoca alan, baksana nasıl çizdin yepsyeni arabayı!!!!” bir yandan tamponu okşuyordu. çocuğunun başını bile öyle okşamamıştır eminim. arabaya baktım hakkikaten yeniydi. simli boyalı, kasalı, ağır abi araçlarından. “bunun simlisi yıkatırken zor olur, fırça vurdurmayasın sakın” demek geldi içimden ama o hala “sıfırdı, sıfırdı, sıfırdı” diyip duruyordu.
kızdım. aslında kızmadım da sıkıldım.
son kez “sıfırdı” dediğinde lafını kesip “noldu lan sıfırsa? bir oldu işte!!” diyip kestirip attım. telefonla nuri babayı aradım. “nuri baba, sana yarın amcamın oğlu gelecek, adı… adın ne senin birader? ha gökhanmış. arabasını ağaca sürtmüş. kırmış güzelim iğdeyi. hıyar işte. onla bir ilgileniver. faturayı bana gönderirsin” deyip kapattım. adama kart verip çınaraltından içeri daldım.
yalçın beni görünce kalın, ağır, sır dolu bir ses tonuyla “hoşgeldin, abi” dedi. “lan yalçın, sen hiç adam olmazsın, şu mayışık ışıkta kala kala dervişe bağladın kendini iyice, bahçe boş mu?” “boş abi” “sedat abi burada mı?” “gelmiştir abi”, “iyi ..bana peynir, turşu bir de, sedat abi’ye söyle soğuk işkembe yapsın, kekiği basmasın bok kokusunu öldürcem diye, bir de ufak rakı”
bahçeye çıktım. masaya kuruldum. rakı, turşu, peynir gelince okkalı bir yudum aldım. sonra rıfat ılgaz’ın hababam sınıfı’nı okumaya başladım. 10 yaşımdan beri her sene bir kez okurum bu kitabı. baba hatırasıdır. babamla belki de hayattaki tek paylaşımım. yakında-bu gidişle-ikimiz de öleceğimize göre son olacak zaten.
50-60 sayfa mıydı, ne kadar oldu bilmiyorum. kafamı kaldırdığımda alper ile n.’nin bahçeden içeri girdiğini gördüm. telaşlıydılar. sağa sola bakınıp benle gözgöze geldiler. alper’in yüzü aydınlandı, şişeyi görünce de karardı. seviyordum bu alper’i. aslında gerizekalı bir çocuktu. her istasyonda bir deli, her şehirde bir kalamış olduğu gibi her kasabada da mutlaka bir çarşı ya da yeni mahalle vardır ve bu mahallede bir cami. ne zaman yabancı bir şehre gitsem beni yabancı görüp “nerelisin?” “buralıyım” “buranın insanına benzemiyorsun” “olur mu, yeni mahallede caminin arkasında oturan hacı bekirin torunuyum ben, bilemedin mi? “haaa, bildim bildim, demek sen onun torunusun, nasıl deden iyi mi?” diye soran gerizekalılara benziyordu. yani bir insan bilmediği bir şeye neden biliyorum desinki? bunu anlamıyordum bir türlü. aslında hiç bir bok anlamıyordum. işte alper de buna benzer bir gerizekalıydı ama severdim.
n. ile üç-dört adımda masaya ulaşıp teklifsizce çöktüler.
“abi, merak ettik seni, neredeydin, yine rakıdan bahsediyorsun farkında mısın? dedi alper.
“aynı zamanda küfr de söylüyorum, bilmem sen farkında mısın?” dedim ben de.
gerizekalıydı ama iki sorudan birinin cevap olacağını bilenlerdendi.
Aslında ne rakı içiyordum ne de küfr ediyordum. Anlatmak istediğim her zaman farklıydı.
başımı çevirip n.’ye baktım. yine çok güzeldi. sütlü kahve, keten, tek parça, yakası kapalı, karpuz kollu bir elbise giymiş, saçlarını ensesinde topuz yapmıştı. usul usul elimi okşuyordu. “neyin var” gibisinden gözlerimin içine bakıyordu şefkatle. orada öpmek istedim onu.
sana “len-lan-ulan-ulen” kelimelerinin hakaret sayıldığını anlatmak isterdim alper. ama etimolojik olarak bunların “kız-oğul” uşakları temsil ettiğini iddia edenler de var. filoloji okusaydım araştırmaya değer bir konu olurdu ama konumuz bu değil.
alper bir önümdeki rakıya, bir bana bakıp sorusunu sessizce yine/yeni-ledi.
gerizekalıydı işte.
aslında 3 temel sorunum var alper:
1-sağ gözüm bulanık görüyor ve sağ yanını hiç görmüyor. dolayısıyla sağımda sıfır noktamda durursan seni hiç göremem. o yüzden ya solumda dur bundan sonra ya da siktir git.
2-hepsi pekiyi ile dolu karneleri özlüyorum.
3-yirmi buçuk derken neyin kast edildiğini anlamıyorum. yani gerçekten anlamıyorum. yirmi buçuktan sonra yirmi bir mi, yoksa otuz bir mi gelir? sanki buradaki buçuk ondokuza eklenen bir rakamını değil de kendisinden önceki yirmi sayıyı birden kümülatif şekilde ikiye ayırıyormuş gibi geliyor bana. yani buçuk sanki yirmiyi ikiye bölüyor da biz yirmi buçuk derken yirmi +yirmi/2 = 30 demek istiyormuşuz gibi.. bunu anlamıyorum gerçekten.
“abi, çok takıyorsun bunlara sen, içkiyi de abartttın” dedi alper.
“ya napıcaz? dedim.
“yeniden başlayıp devam edeceğiz abi” dedi kaygılı.
“peki” dedim.
“yalçın!!! şu yarım şişe rakıyı kaldır tezgaha. kaldığım yerede bir çizik at. arkadaşlar sıfırdan başlamak istiyorlar. bize yeni bir şişe aç o zaman. eski şişeme de iyi bak. bunlar gittikten sonra ben ona kaldığım yerden devam edeceğim nasıl olsa..”
Yorumlar