Aç, yalnız ve kederli yürüdü yollarda. Köyüne geri dönmüyorsa kendine duyduğu saygıdan. Bir de büyük bir şehre girer girmez hayatı kontrol edemiyeceğin duygusunun verdiği keyifli umut vardı. Ayakları nereye götürürse… Kendinden gizlediği bir çöküş isteğiyle. En dibe varan artık neden korkar? En alttaysan kendin olmamak için bahanen kalır mı? Düşündü ki, sokakta yatan ve karnı aç olan ve tanıdığı tek bir allahın kulu olmayan bir adam bile uyum göstermeye çalışır diğerlerine, kısmen de olsa. En altta olmak için toprağa mı girmek lazım? Hiç bir şeye sahip olmayanın özgürlüğü… Ölüler özgür müdür?
Alışkın adımlarla namaz vakti bir camiye… Tüm bahçesi beyaz mermer kaplı bir camiydi. Ölümü anımsatan bir bahçe. Çirkin ve pahalı bir bahçe. İçeriden solgun, sarı bir ışık vuruyordu. Arapça kelimeler çalındı kulağına. Çocukluğunun cami tuvaletleri geldi aklına. Bir çemberin başına dizilmiş musluklar, nem, ayaklarını yıkayan adamlar, ıslak ayaklarına giydikleri çorapların pis kokusu, derin bir tiksinti… Sonra onları boşverip Allah’la barışması.
Mermer bir banka oturmuş yaşlı bir adam vardı dışarıda. İki eliyle ortaladığı bir bastona tutunmuş, öne eğilmiş, geviş getirir gibi çiğnenip duran bir ihtiyar. Gözlüğünün kalın kemik çerçevesindeki kırığı bir yara bandıyla sarmış, küçücük gözlerle ona bakıyordu. “Selamün aleyküm amca. Ya aleyküm selam, gel otur”. Oturdu. Uzun bir soluk verdi. Bacaklarındaki yorgunluğun farkına fardı. Yaşlı adam kendi kendine konuşmaktan onunla ilgilenmedi”. Amca sen niye içerde değilsin? Sanki o anda varlığından haberdar olmuş gibi şaşkın dönüp yüzüne baktı. “Onlar arar, ben buldum”. “Ne buldun amca?”. Başını çevirip kendi kendine konuşmaya devam etti. Çoban bahçeyi süzdü. Küçük caminin boyalı duvarlarını, plastik pencere çerçevelerini. Kendiliğinden söylendi “ne çok para gitmiş”. Güldü yaşlı adam. “Allah bu mahallenin en büyük evinde yaşar. Koskoca Allah’ın evi”. Deli diye düşündü çoban. Yine de bir süre sonra sıkıldı. “Ben de arıyorum”. Bu sefer ilgiyle süzdü yüzünü yaşlı adam. “Aradığını bilmen iyi. Onlar bilmez”. Başıyla içeriyi işaret etti: “Yukardaki mahallede yaşlı bir kadın vardır. 60 yıldır gebe. Karnında ikiz taşır. Doğmamış ikizlere sor. Bu günlerde kızgın olduklarını söylüyorlar. Canları isterse cevap verirler”. Güldü yaşlı adam, “Ha bir de, rahmin içinden konuştuklarında korkar ilk gören. Korkma. Kulağını kadının karnına iyice yasla ki tek bir kelimeyi kaçırma”. Çoban ne saçmalıyor diye yüzüne baktı yaşlı adamın, çok ciddi bir ifadesi vardı.
Az sonra namazdan ilk çıkan caminin bekçisi oldu. Bıkkın ve boş bakışlarla çobanı süzdü. Kim olduğunu, bu manyak ihtiyarla ne konuştuklarını merak etti. Yanaşmadı. Bir kaç ihtiyar daha çıktı sonra. Kendi aralarında söyleşerek, ağır adımlarla. Gençlerin onları anlayacağı zaman gelirdi nasıl olsa. Onlar da genç olmuştu ve hayatın kenarından süzüp gülümseyen bir ihtiyara dönmüştü din denen, bir zamanlar savaş meydanlarında genç erkekleri akan kanın üstüne koşturan. Onlar da süzdü çobanı. En son kapıyı kilitleyip imam geldi. İnce bıyıklı, ince sesli, ince yapılı, orta yaşlı, kurnaz bakışlı bir adam. Hiç ilgilenmedi yaşlı adam. İmam yanlarına geldi. Dükkanıydı burası, “kapatıyoruz”. Sonra durdu, “hayrola?”. Bu kadar geniş bir soruya ne cevap verir insan? Çoban aptallaşmış, sustu. İmamın elinde şıkırdayan anahtarlara bakıp, ki Allah’ın evinin anahtarlarıydılar, “köyden geldim” gibi bir şeyler mırıldandı. Şehre göç etmiş bir garibana baktı imam: “ne iş yaparsın?”. “Çobanım”. Uzun bir haa çekti imam. “Yatacak yerin var mı?”, “cık”, “akraban var mı?”, “Cık”. “Sürünme buralarda, köyüne dön”. Bir süre sessiz kaldı çoban, “cık”. Ne halin varsa gör der gibi dönüp gidiyordu ki durdu. “Davar kesersin sen değil mi? Deri yüzersin”. Başıyla onayladı çoban. “Adın ne senin?”, “Ahmet”. “Ahmet yarın buraya gel. Vakfın kesimhanesine bir kasap gerek”. Çoban isteksiz tamam dedi. Yüzünde sevinç veya minnet göremeyen imam biraz bozuldu. Ne büyük bir iyilik yaptığını bu koca şehirde anlayamayacak kadar hıyardı bu herif. Adamı da tanımıyoruz ya neyse allah bilir iyiliği.
Yaşlı adamla birlikte kalktı çoban. Dış kapının önünde altmış yıldır gebe olanın evine nasıl varacağını bir güzel öğrendi. Denemekle ne kaybederdi? “Eh hadi sağol”. Kafasını sallayıp döndü yaşlı adam. Çoban bu kendi içine gömülmüş ihtiyara baktı. Arkasından seslendi: “Amca! Allah’ın evi insandır”. İhtiyarın yüzü buruştu, “desene o da bizim gibi gece kondurmuş evini”. Bu sefer neşelendirdi çobanı bu bastonuna yaslanmış adam. Güldü. Hemen sonra içinde büyüyen bir korku duydu. Karanlık bir sokağa dalıp, altmış yılın gebesinin evine yöneldi.
"Patika" tefrikasının tüm parçaları:
Yorumlar