Hani sen daha küçük bir çocuktun, uzun demir parmaklıklı kapısının önünde okulun, babanı uğurlamıştın ve sormuştun kendine neden bütün iyi okullar evden uzaktadır diye. Hani abinden kalan eski pantolonlar sırtında ağır bir bohçaydı bir zamanlar, giymekle yükümlü olduğun. Bir kaç gün önceydi, çok değil, okuldaki saçmalıklardan sıkılmış, hiç bir şey yapmak istemiyorken, canın armut çektiydi de asıl bahçedeki armut ağacını özlediğini anladın. Sakin bir yaz günü gölgesinde uyuya kalmıştın. Hani ev uzak olmasa da yatılı okumana inat yaprakları güzel şarkılar söylerdi sana. Genç adam evini özlüyor dediydi Ahmet abi. Genç adamların evini özleme vakti gelir bir yaşa gelince. Altın sarısı bir kumsalda parmaklarının arasından dökülen kum taneleri gibi her bir gün. Rüzgarda uçuşup gitmiş çocukluk. Yitik bir cennetin acısıyla sızlanıp duruyorsun bir Havva”nın koynunda. Ne zaman gece olsa, ne zaman böyle kuru soğuk, çok alkollü bir gecede aşık ve sarhoş, insanlara şaşırdığın gelir aklına. Bütün ışıkları kapalıydı pencerelerin ve korkuyla kabuğuna çekilmişti sanki hepsi. Dışarıda ayaz uğuldayan bir canavar gibi geziniyordu, güvenli evlerine çekilmişti insanlar ve evden kaçan çocukları karanlığa sürükleyip götürecekti soğuk. Şaşırmıştın buna, elinle ovuşturup burnundan akan kana aldırmamıştın oysa. Ne zaman aşk deseler, ne zaman vatan o kan kokusunu ararsın sen. Soğuk gecede genzine yürüyen ılık kan kokusu. Demirin soğuktan ete yapıştığı ve kaldırımların kaskatı gerildiği saatlerde sevebilir insan. Sevmek konforlu bir duygu değildir. Nasıl da razıydın kendinden vazgeçmeye. Gençlik bu mudur, kendinden vazgeçmek midir?Neden dönülen her ev artık yuvan değildir, anılarının yazılıp zamana fırlatıldığı içi boş bir şişe buldun.
Tanıdık bütün yemekler, doyuruyor bu yüzden. Annenin suyu biraz fazla kaçmış kabak dolması, bakkalın son on yıldır sattığı aynı ekmek. Kocaman çilekler getiriyor annen, hormonlu diyor. Tadı tuzu yok. Sen bu çileği tanımıyorsun, miden tanımıyor, enzimlerin tanımıyor. Çilek seni tanımıyor. Binlerce yıldır kucaklaştığın yol arkadaşın değil artık o. Birlikte büyümediniz. Bir yanılsama. Bir kilogram yanılsama almış annen sana.
Bitkin, kırışmış yüzüne bakıyorsun. Merhamet hissediyorsun en çok, sanki kendin ölmeyecekmiş gibi. Kimsenin ölümden korkmadığı bir ülkede yaşıyorsun sen. Kimsenin ölümden korkmadığı bir ülke için ne kadar çok yalan var. Anne dünyaya niye böyle çok yalan söylüyorsun, devletlerin var, ülkelerin, kitapların, dinlerin, müziklerin, felsefelerin var. Hormonlu çileklere benziyor hepsi. Belki bu yüzden direndin büyüdüğün eve dönmemek için, tuttun kendini. Belki yalnızca büyüdüğünü ispatlamak istedin. Hormonlu çilekler gibidir pek çok aile, bilirsin. Çileğin başına ne geldiyse insanın başına gelen aynı.
Geçen hafta bir mesaj buldun bilgisayarına yollanmış. Babanı uzun demir parmaklıklı kapısının önünde uğurladığın okuldan geldi. Önce yanlış okuduğunu düşündün, sonra bir şaka olduğunu. Hemen arkadaşını aradın, evet ona da gönderilmişti. Mesajın sonunda bir telefon da vardı, arandığında adres verecek bir telefon. Herkesin maske takmak zorunda olduğu bir orji. 2000 mezunları davetlidir diyordu mesajda. Erkek olduğunu farketmeni sağlayan kızlar geldi aklına, eteklerinin altından görünecek bir saniyenin tanrının bir hediyesi olduğu kızlar. İlk aşkını düşündün, gelir miydi? Bir kız böyle bir davete katılır mı? Katılırsa mutlu olur musun? Bedenini tanıyabilir misin? değiştiğini bile bilemezsin.
Aynada çıplak vücuduna bakıyorsun, ilk defa görür gibi. Bu kıl, yağ, kas yığınına bir yabancı gözüyle bakıyorsun. Bir insan niye böyle bir şeyle uğraşsın? Arkadaşınla telefonu aradınız, herkese verilen aynı parolayı söylediniz sonra. Telefondaki ses, bir kadın sesi, adres verdi, görüşürüz. Huzursuz birbirinize bakıp kaldınız. Sanki böyle olmasa daha iyi olurdu. Bir şakayı tercih ederdiniz. Sesi tanıyamadınız.
Büyüdüğün eve böyle döndün. Aşağılık bir biçimde, huzursuz. Geldiğinde annenin eli sargılıydı. Bir kapkaççı emekli maaşını çekmişken çantasını çalmış, koşarken bir araba çarpıp ölmüş. Ne diyeceğini bilemedin. Bu ayki harçlığın yatacaktı, çocuk ölmüştü. Annen durup durup ağlıyordu ve sen tanınmamak için sakallarını traş etmemeyi düşünüyordun. Belki etmeliydin, o utangaç çocuk nasıl olmuş görmeliydiler belki. Düşündükçe miden bulanıyor, sanki bu toplu seks partisinde kusacaksın ergenliğini. Otuz bir çekmek, futbol oynamak, sinemaya gitmek, ders çalışmak, platonik aşklar. Bunlardan ibaretse neden bu kadar önemli? Midendeki kazınma neden? Çocukluğun kurban edildiği vahşi bir tören bu, üstelik her baharda tekrarlanması düşünülen. Kim olabilir? Bu fikir kimden çıkabilir? Önceki dönemler de yaptılar mı? Her bahar? Bir tarikat okulundan mı mezun olmuşsun? Türkiye’de böyle tarikatlar olmaz ki.
Pencereye gecenin karanlığında bir kelebek gelip konuyor. Odanın ışığı çekmiş olabilir. Beyaz kanatlarında uçuk sarı desenler var. Kelebek çiçekten çiçeğe konar. Ne kadar kötü çınlıyor insan kulağında. Havalanıp karanlıkta kayboluyor. Her bahar. Yunan felsefesi, panteizm gibi bir şey mi bu, ağır bir şaka? Arkadaşında yatacağını söyleyip evden çıkıyorsun. Annenle baban gözlükleriyle televizyondaki kadını izliyor. Babanın o tombul aktristi arzuladığını biliyorsun. Burun kanatlarının açılmasından anlaşılıyor. Anneni aldatmış mıdır? On yıl önce ne can yakan bir soru olurdu. Hiç bir şey hissetmiyorsun. Bir taksiye biniyorsun. Gece yanan mağaza tabelalarının ışıkları cama vuruyor. Taksici adresi duyunca bir tepki vermedi. İçini rahatlatıyor bu, nedense. Yavaşça ıssızlaşan caddelerden geçiyorsun. Mobilya reklamları, kredi kartı avantajları… Reklam panolarında Allah’tan bir mesaj bekler gibisin. Oysa her şey öylesine anlamsız ve tek düze. Radyoda alaturka güzel bir şarkı çalınıyor. Sesi yüksek değil, koltukta gevşiyorsun. Aklından geçen sinemada otuz bir çekerken yakalanma korkusu.
Dokuz yaşında bir çocuk fenerle yer gösterirdi, bildiği tek dil kürtçeydi. Sakatlar, yaşlı erkekler, ibneler, ergenler. Elindeki sopayı koltukların yanına vurarak gezen kambur bir adam, makbul olmayan bu garip erkek kalabalığını denetlerdi. Yine de koltuklarda, yerlerde ıslak lekeler. Arkadaşlarla gidilen genelevler. Teni her gün yırtılırmış gibi acıdan delirmiş kadın gözleri. Kendi teni insana yüktür bazen. Kadınlarla göz göze gelmemek için toplu hareket eden erkek güruhları. Tatsız veya komik genelev hatıraları. Şehri dolduran ve her şeyi bilip bilmezden gelen bu çılgın insanlar. Bilmedikleri bir şey yapacaksın bu gece. Gerçek öğretilmez kendin bulursun. Sana bilgiler anlatıldı hep, gerçek değil, uğruna kafanı koparıp atabileceğin gerçek değil. Hani bir çocuk tanımıştın, babam ölsün yeter ki gerçek olduğunu biliyim demişti. İçtiği biralara yormuştun, ne yapıyordur şimdi? Bazı insanlar hayatımıza fırlatılan ve kısa süre sonra sönen işaret fişekleri gibidir. Batıyoruz.
Şöförün bir yandan sigara içip bir yandan vites değiştiren alışkın elleri. Bu alışkanlık boğuyor hayatı, şarkıda anlatılan aşkı imkansız kılıyor. Metal, kauçuk ve plastikten farksız görünen bir adam. Kapıya dokunuyorsun, gerçek olamayacak kadar soğuk. Bir çizgi romanın karton karakterleri gibisiniz. Taksi duruyor, şöförün yüzüne bakıyorsun, bir şey ima etmiyor. Sanki biraz daha konuşmadan öyle baksanız her şeyi anlatacak ama. Herkes böyle, bildiğini söylemekte kararsız. Sanki durup biraz daha baksanız bir şey söyleyecek gibi. Teşekkür edip taksiden ayrılıyorsun. Adamın gittiğinden emin olup önünde duran bahçeli eve bakıyorsun şaşkınlıkla. Lisedeki matematik öğretmeninin evi. Bir pazar sabahı askılı bir bluz ve şortla kahvaltı hazırlamıştı size. O günü hatırlıyorsun, inceler bakışlarla süzmüştü gerçekten. Eve dönünce otuz bir çekmiştin hemen. Bir şortu aşağıya sıyırdığını düşünmek yetmişti seni mutlu etmeye.
Bahçe kapısını aralayıp uzun mu kısa mı olduğunu kestiremediğin mesafeyi katediyorsun. Zil sesi. Bir adam ürkek bakışlarla kapıyı aralıyor. Parolayı söylüyorsun. Anlamaz gözlerle sana bakıyor. Rüzgarda ağaç yapraklarının uğultusunu duyabiliyorsun, adam bir fare gibi ürkek ve sinsi bakıyor suratına. Kalbin yerinden çıkacakmış gibi vurmaya başlıyor. Korkunç bir uğultudan ne dediğini seçmekte zorlanıyorsun. Uğultunun arasından gerçek fısıldanıyor sonunda kulaklarına. Adamı susturmak için ağzını kapatmaya çalışıyorsun. Adam korkuyla debeleniyor. Sus be adam. Bir kaç gün sonra bir hastanede olduğunu farkediyorsun. Senin gibilere deli dendiğini öğreniyorsun.
En zor olanı nerede delirdiğini hiç bilmemen. Gerçek mi? Kafanı koparıp atardın bir an olsun duymak için.
"Patika" tefrikasının tüm parçaları:
Yorumlar