Kafasının içinde huysuz bir kız çocuğunun sesi yankılandı:
– Tanrılar pişman olur mu? Melekler, hayvanlar? İnsandır pişman olan. Ne yana baksam pişmanlık dolu. Kaç hayat gerek sana? Pişman olmamak için kaç başlangıç?
Bir oğlan katıldı konuşmaya:
– Pişmanlıktan ibaretsin. Ne yaparsan, ne düşünürsen, ne söylersen söyle. Yapma, düşünme, söyleme. Yine pişman olursun. İçinde sızlayıp duran bir yara kalır mutlaka. Senin güçsüz yanındır, vicdan ve ahlak.
– Her şeyi yapmakta özgürdür insan. Yeter ki kölelikten sıkılsın. Ve özgür bıraktığında kendini bunu yaptığına da pişman olacak.
– Boğum boğum birbirine sarılmış ve açlıktan birbirini yiyen birer yılandır kafanın içinde hayvan, insan, annen, baban, allah, kalabalık. Bir gün yılanlardan en korkağı diğerlerini yutacak. Ve bunu yaptığına pişman olacak. En görkemli anı ölümüdür onun. Bütün yılanlar toprağa saçılır yeniden. Duyduğu korkuyla yükselir. Ölüm gelip kapısını çaldığında, dünyaya son bir defa bakar. İlk defa. İlk bakışta aşk gibi. Bakar kalır. Bir pişmanlıktır elde kalan.
– Bu yüzden dertsiz tasasız bir hayat özler. Başarırken yine pişmanlıklardır bekleyen.
– Akşam üzerleri nasıl koşuyorlar evlerine. Doğurur, sever, ölür, çalışırlar. Oysa gece ve gündüz üstlerinde asılıdır ölüm. Işığı hiç kesilmeyen bir yıldız durur göklerinde. Ne kadar büyüktür korkuları, her şeyden görkemli.
– Her vakit güneşten sıcak, geceden kara bir yıldız. Bakmaktan korkarlar. Sen çoban, içinde bir istek doğmuş senin. Ölüme bakmak istiyorsun. Korkuna bak.
Oğlan bunları söyleyince hatırladığına kendi de şaşarak görüntüler belirdi Ahmet’in beyninde. Çocuktu henüz. Babası tutup havaya atıyordu küçücük bedenini. Kardeşi doğdu bir gün. Şaşkınlıkla ellerine baktı bebeğin. Bu kadar küçük olup insan olmasını açıklayamadı. Sıkışınca köyün orta yerinde pantolonunu indirip sıçan bir deli vardı bir de, ağzının salyasını toplayamayan. O da insandı.
Düğünler gördü üst üste. Çocukluğundan yaşlılığına kadar. Düğün yemekleri, halay çeken insanlar, yaz gecelerinde buzlu rakı içen köylüler.Gelinler gördü. Bembeyaz gelinlikler içinde yüzleri makyajlı. Acınacak kadar komik suratlı genç kızlardı. Kumaşa tutuşturulmuş çiçekli süsler, kırmızıya boyanmış yanaklar. Mesut ve salak genç suratlar. Kendileri adına umutluydular. Farklı bir hayat umarlardı. Her defasında yanılan bakışlar.
Gerdek geceleri gördü. Gerdeğe girmeden önce Allah’a şükretmek için namaz kılan insanlar gördü.Tutkulu, sıkıntılı, mutlu, mutsuz çıplak bedenler gördü birbirine sarılmış. Zaman aktı. Hüzünlendi Ahmet. Babası yaşlanmış, doğrulmak için yardım istiyordu. Annesinin ölü bedenini gördü. Kaskatı. Bir ağaç kabuğu gibi. Ne güzel, ne çirkin, ne huzurlu, ne kaygılı. Ölü. Tüm aptallığıyla bir gelin gülümsedi sonra. Gelinlik beyaz bir kefene dönüştü üzerinde. Gelini alıp götürdüler, gömmek için. Tüm insanlar konuşuyordu. Durmaksızın. İnsanlığın kulakları sağır eden uğultusu. İnsanlık konuştu kulaklarına. Aniden sustu hepsi. Teker teker yüzleri donuklaştı. Aynı anlamsız surat. Plastik, kaba bir maske gibi. Hepsi göğe kaldırdı başını. İnsanlık ölüme baktı. Şehirler ve kırlar durdu. Dünya sustu. Plastik yüzler erimeye başladı yavaş yavaş. Ne bir kıpırtı, ne bir kelime. Ahmet yalvardı: Göğü gösterin bana. Boynu taşlaşmış, kaskatıydı.
– Çok istiyorsan bak.
Başını hareket ettiremedi Ahmet. Tek görebildiği eriyen, akan milyarlarca yüz. Bir kız çocuğu belirdi sonra. O an farketti Ahmet, hiç çocuk yoktu. Kırmızı bir çemberi döndürerek aralarında dolandı kız. Bir tekerleme söylüyordu. Kıkırdadı. Bir oğlan geldi sonra. Kaldırıma oturdu. Kızı izledi bir süre. Yerden bir taş alıp kıza attı: Yerim seni yavrum. Çok ayıp, dedi kız, yalancıktan söylediğini belli ederek. Oğlanın karşısına, kaldırıma oturdu. Kısa eteğin altından kızın bacaklarını izledi oğlan keyifle. Dönüp Ahmet’e baktı aniden. Göz göze geldiler. Öfkeyle bağırdı:
-Kız kardeşime bakmaya utanmıyor musun?
“Ölüm” diyebildi Ahmet.
– İşte sana ölüm.
Ufka kadar uzanan sonsuz bir çayıra gökyüzünden bakıyordu Ahmet. Tepelerin ve ovaların üstünde milyarlarca insan serilmiş yatıyordu. Yeniden kendi suratlarıyla. Bozulmamış bedenleri, hemen şimdi kalkacak gibi. “Herkes ölmüş”.
-Ne sandın akıllım?
Ağzındaki sakızı şişirip pembe bir balon patlattı kız. Sakızdan bir parçayı çekip sündürdü. Koparıp bir cesetin alnına yapıştırıverdi. “Hiç bina kalmamış, hiç bir elbise, hiç bir bayrak, hiç bir resim”.
– Off,kalmadı işte. Görmüyor musun?
Ahmet bir gecekondunun bahçesinde buldu kendini yeniden. Yaşlı bir kadının şişkin karnını tutuyordu iki eliyle. Kadın çekildi Ahmet’in başından. Çobanı uğurladı. Köhne kapı ardından kapanınca karanlık sokağa baktı. Ağaç yaprakları ıslak, soğuk bir rüzgarla hışırdıyordu. Sokakta kendi ölümüne ağlayarak yürüdü bir zaman. Nereye gittiğinin farkında değildi. Çelik bir çöp tenekesinin kapağına kurulmuş bir kediyle göz göze geldi ansızın. Tenekenin çevresinde kuyruğu havada dönüp duran bir kedi daha vardı. O da durup çobana baktı. Hayvanların farkındalığı korkutacak kadar keskindi. Göz göze bakışıyorlardı. Kedilerin rahat tavrı sinirlendirdi çobanı, kendine geldi. Nereye?
Bir okul gördü. Demir parmaklıkların bir kaçı akşamcılar tarafından sökülmüştü. Aralıktan geniş karanlık bahçeye süzüldü. Çimlerin üstüne yattı. İlerde okul kapısının önünde bayrak ışıklandırılmıştı. Gecenin içinde kırmızı bayrağın dalgalanışına daldı. Üşüyordu. Çok geçmeden gözleri kapandı. At üstünde adamlar, kağnıların yanında top mermisi taşıyan baş örtülü kadınlar gördü. Kucağında çocuğuyla bitkin düşmüş bir kadını durdurdu. Ardlarında bıraktıkları viran şehirlere, çaresiz kalabalığa şaşkınlıkla bakarak: Ne oldu,nereye?
– Göç ederiz biz. Ezelden beri.
Başıyla tepeyi işaret etti. Yıldızlı bir gecede gök yüzüne tozlu bir yol açılmış, Türkler dünyadan aya göç ediyordu.
"Patika" tefrikasının tüm parçaları:
Yorumlar