En Nihayetinde Her Şey Bir Hikaye Oluyor
Akşamüstü balıkçı barınağına indim. İskelede teknelerin önünden mendireğin ucuna yürüdüm. Denizi izleyerek biraz oyalandıktan sonra diğerlerine göre yaşlı sayılabilecek, belki ellili yaşlarının ortalarında, saçlarının kalanı beyazlamış, tütün sarısı bıyıkları olan, güneş yanığından yüzü kararmış birinin yanına gittim. Selam verip tekne gezintisi yapıp yapmadığını sordum. Barınağın diğer tarafındaki bir saatlik turlar düzenleyen tekneleri gösterip onlara gitmemi söyledi. “Senle çıkalım balık tuttuğun yerlere götür, biraz laflarız” dedim. Arkamdan parlayan güneşe ellerini siper ederek kısık gözlerle beni süzdü. Şaşıracağını, belki de kabul etmeyeceğini, balıkçıların şarabı mı yoksa rakıyı mı daha çok sevdiğini düşündüm. Güneşe siper ettiği elini indirip hiç bir şey söylemeden işine döndü.
Mendireğin ortalarında bir yerdeydi teknesi. Balıkçının gösterdiği tur teknelerine baktım. Buradan bakınca, tur teknelerinin kıç kısmı gözükse de, kıyıya bakan baş kısımlarında masal, sinema ve mitoloji kahramanlarının absürde varan kötü kopyalarıyla süslü olduklarını biliyordum. Balıkçıyı ikna etmeliyim diye düşündüm.
Balıkçıya, içmek isterse içkiyi benim alacağımı söyledim. Başını kaldırıp bu kez elini güneşe siper etmeden gözlerini kısarak bana baktı. Deli olduğumu düşünüp düşünmediğinden emin değildim. “Çayın vardır inşallah, açıkta sigara ve çay içmek isterim” dedim. Bir şey demeden iskele tarafına baktı. İnat edeceğimi anladığını sanıyorum. Çayı da benim demleyeceğimi ve meze olarak ne istediğini sordum. Oturduğu yerden doğruldu, ufka ve güneşe bakıp “rakı, kavun ve peynir yeter” dedi.
…
Yarımada ve şehir yeterince uzaktaydı. Güneş ufukta suya değmiş, çayı demlemiştim. Hava açıktı. Birazdan ayın ve yıldızların ışığı denize düşecekti. Kaptan kavunu doğramış, peyniri dilimleyip tabağa dizmişti.
Çaydan bir yudum alıp bir sigara yaktım. Kaptan olanlara çok anlam verememiş ama denizde rakı sofrası kurmuş olmanın memnuniyeti ile çok da sorgulamamıştı. Çay bardağının yarısından fazlasına rakı kalanına suyu doldurup rakı beyaz rengini alınca, bana “hele anlat” diyen bakışlarla baktı.
Oturduğum yerden kalkıp, teknenin yedi sekiz adımlık güvertesinde gezdim. Teknenin kamarasının tahta duvarında olta ucundaki balıklarla çekilmiş bir kaç fotoğraf ile küçük ahşap rafta yıpranmış eski bir kitap gördüm. Teknenin ucuna yürüyüp önce açığa, sonra şehre ve kararan tepelerin silüetine baktım. ”Oralarda bir yerde, ne kadar uzağız” diye düşündüm şehre bakarak. İçimde yaşadığım her şey, korkular, umutlar, bir kedinin çöp tenekesinden fırlayışından sonraki ilk irkilmem, dışarı çıktığımda güneşin ve nemin yüzümden içime bıraktığı yapış yapış bıkkınlık, yağmur tazeliği gelip geçti aklımdan. Kızıl suların titremesine baktım sonra. Sonra Kaptan’a dönerek, “hiç işte” dedim.
Rakıdan bir yudum kavundan da bir dilim aldı. Eliyle karşısını işaret etti. Oturdum, bir sigara daha yaktım.
“Hıh!” dedi, güngörmüş anlayan bir yüz ifadesiyle.
Söyleyemediğim her şeyi, birkaç kelimeye sığdırabileceğimi hatırladım. Pencere kadrajında yaşayan şehirde, serum şişelerinden damarlarıma akan süskinatta, dosya kapaklarında, oda ile mutfak arasında gezen hayatımın; çocukluğu, hayalleri, günü, düşü, her şeyi o kelimelerdeydi. Sigaradan bir nefes aldıktan sonra, dumanı iyot kokulu rüzgara savurdum. Sonra ne anlatayım ki diyen gözlerle bakıp “sevmedi kaptan” dedim.
Bıyıklarının altında kaybolmuş dudaklarının ucuna kondurduğu gülüşle yüzüme bakan kaptan, bardaktaki son yudumu da içti. Bardağı masaya koyduktan sonra, rakı şişesini eline alıp, kapağını yavaşça açtı. Bardağı masadan kaldırmadan göz kararı ile hizaladığı bir noktaya kadar rakıyı acele etmeden doldurdu. O sessizlikte şişeden dökülen rakının ahenkli sesini dinledik. Kapağı aynı yavaşlıkla kapattı. Şişeyi aldığı yere, aldığı gibi koydu. Bu kez su şişesini alıp bardağın kalanını yine yavaşça doldurdu. Rakının beyaza dönüşümünü kararlı gözlerle izleyip, şişeyi aldığı yere bıraktı. Bardağı alıp dokundurmadan “şerefe” işareti yaptı ve bir yudum aldı. Bardağı masaya bırakıp bir sigara yaktı. Rakıyı bir tören havasında dolduruyor diye düşündüm.
“Bir çay daha doldur kendine veya rakı, rakı muhabbetle içilir” dedi. Sesinde, ne bir şey anlatacak ne de anlatmayacak bir ton vardı. Mahalle aralarındaki bakkalların bir yandan televizyon izleyip diğer yandan müşteriye ekmek satarken kurdukları cümleler kadar kuru bir sesle söylemişti, rakının en güzel özdeyişini.
Bunu bilirdim. Bir tek rakı da kendime doldurdum. Hava kararmış, uzaktan, şehrin ışıklarından başka bir şey görünmüyordu. Deniz en ıssız, en uslu günlerinden birindeydi. Kaptanla kadehleri tokuşturup rakıdan bir yudum aldım. Yüzüm ekşidi.
“Seksenli yılların ilk yarısıydı. Oteller yeni yeni açılıyor, turistler yeni yeni geliyordu. Bir mayıs akşamı, şimdi seyir terası denen yer bahçeydi, oraya içmeye gittik üç dört arkadaş. Arif, yeni aşık olmuş, yengeye açılmış. Bunun şerefine ben de içecem dedi. Rakıyı doldurduk buna da, biz de az değiliz uyarmadık. Bu, bardağı dikti kafaya, dikmesiyle rakıyı püskürtüp amına koyum bu ne lan diye küfrü basması bir oldu. Biz de kahkahayı bastık tabi. Yarım saat ne yediyse yüzündeki ekşime ağzındaki küfür geçmedi Arif’in” dedi.
Ay yükselmeye başlamış cılız da olsa denize titrek yakamozlar bırakmıştı. Denizin uslu salınımlarının tekneye çarpışındaki sesler, eşlik ediyordu kaptanın anlattıklarına. Bazılarını isteyerek, bazılarını kaçınılmaz olarak içimden sorduğum sorular, bugünümden önceki hiç bir nesneye benzemese de, etrafımda gördüğüm nesnelerin çağrışımıyla ona dair sözcükler, aklımda kalbimde uğuldasa da, sadece dinliyordum.
“İlk kez içmiyorum, ama ilk yudumda hep böyle olurum ben ” dedim. Oralı olmadı, devam etti.
“O gece Arif, içmeyi öğrendi. İçtikçe yengeye aşkını anlattı durdu. Genciz, aşk hiç bitmez sanırız ya biz de Arif’e verdik gazı, aferin dedik, delikanlı böyle olur dedik. Gel zaman git zaman bu evlendi yengeyle. Senesine varmadan Finlandiya mı, Ukrayna mı şimdi hatırlamıyorum, oralardan tatile gelen genç bir turiste tutuldu bu. Aynı şeyleri anlattı durdu. İşin rezil tarafı, bu ufacık ilçede yaz boyu kızla gezdi. Yengenin kulağına kadar gitti tabi. O sıralar böyle şeyler sineye çekilirdi, yenge de öyle yaptı. Kız memleketine döndü. Altı ay dolmadan bir daha geldi gitti, ertesi yaz bir daha geldi, bizimki boşandı yengeyle.”
Hikayenin devamını merak etmedim. Niye anlattığını da merak etmedim. Bu hikayeleri çok duyduğum, çevrede çok gördüğüm için sıradan bir hikayeydi ikimiz için de. Bir şey demedim kaptana.
“Aslına bakarsan sen rakı içecek birine de benzemiyorsun. Rakı içince yüzün ekşidi, Arif’i o yüzden anlattım. Devamını da hikaye yarım kalmasın diye anlattım. Bana kalırsa iyi de etti.”
…
Açılalı kaç saat olduğu fark etmedim. Ama şehir, ışıklar altında ayakta uyumaya başlamış, resmi evraklarda sabah 00. bilmem kaç diye tarif edilir olmuştu zaman. Kaptan çok hikaye anlattı ve çokça sustu. Sadece sormadı hiç. Hal hatır sormadı, dönelim mi diye sormadı, bekleyenin var mı diye sormadı, içki çarptı mı, acıktın mı, diye sormadı. Sormadım. Anlatacağı yeri anlatacağı şeyi, anlattı sadece. Şişenin sonuna yaklaşmıştık.
“Musa Amca diye bir berber vardı. Dedem anlatırdı, onbir yaşındayken, benim hiç görmediğim Rıdvan Çavuş diye birinin yanına çırak olarak girmiş. Büyük amcamla askere gitmiş, iki yıl sonra gelmiş, tekrar berberde çalışmaya başlamış. Babamdan dört yıl sonra, geçen kış öldü, hala aynı berber dükkanındaydı. On beş senesi var kimseyi tıraş ettiğini görmemiştim.” Cenazesini düşünür gibiydi anlatırken.
“Dükkana ne oldu, çocukları sattı mı hemen” diye sordum. İlgili görünmek için değil, bildiğim bir hikayenin bir sonraki sekansını tamamlamak içindi.
“Yok, bi mimar getirdiler diye duydum, aynı şeklide yenilemişler, babam öleli o sakaktan geçtiğimi bilmem” dedi. Babasının yükünden mi kurtulmuştu böylece, yoksa babasının yokluğunda bir sokağa mı küsmüştü kestiremedim.
“Hayırlı evlatlarmış, babalarının hatırasına sahip çıkmışlar” dedim. Musa amcanın hikayesi bildiğimden farklı çıkınca başka türlü tamamlamak istedim oğlanların, kızların “hayırlısını” seçerek.
Biten sigarasını artık dolmuş küllükteki diğer izmaritlerin üzerine sönmesi için iyice bastırarak; “Yok, ondan değil, Musa amca ölmeden gazetelere dergilere çıkmış, belgeseli çekilmiş, onlar da reklamını yapmışlar, bir usta bulup işleteceklermiş” dedi. Kalkıp güvertede teknenin ucuna yürüyüp kollarını yana açıp gerindi. Şehrin en parlak yeri barlar sokağına uzun uzun bakıp yanıma geldi. “Farklı bir berber dükkanı olacak diyorlarmış, farklısını yapmadıkları bir o kalmıştı” dedi.
Şişedeki rakıyı bardağa doldurdu, bir tek ancak çıktı. Bir şişeye bir bana baktı. Sonra Motorun başına geçip çalıştırdı. Dümene geçip teknenin yönünü tur teknelerine çevirdi. Karanlık sularda tur teknelerinin eğlenceli müziğine doğru giderken, aklıma “farklı, yeni“ kelimeleri ve “Halit Ayarcı” geldi. Sessizce güldüm. Bir kaç dakika içinde teknenin birine iyice yanaştık. Bizim teknenin motorunun pat pat sesini gürültüde her nasılsa duyan biri bizim tarafa baktı. Kaptan bir şekilde teknedeki garsonlardan birini çağırdı. Boş şişeyi gösterip bağıra çağıra bir şişe rakı istedi. Rakının parasını, bizim boş şişenin içine atıp ağızını kapattıktan sonra tek şansımız var deyip garsonun olduğu tarafa fırlattım. Neyseki şişe tekneye yetişti, güverteye düştü. Garson yetmişlik rakıyı bir ipe bağlayıp aşağı sarkıttı. Rakımızı aldıktan sonra el işareti ile eyvallah deyip oradan ayrıldık.
…
İkinci şişeden birer duble rakı doldurdu kaptan. Arkamızda açıklara doğru uzanan koyulaşan bir karanlık, önümüzde şehrin sahilden başlayıp tepelere dağınık bir şekilde tırmanan ışıkları, barlar sokağından ve denizden gelen şarkıların cılız sesleri eşliğinde yorgun ve sessiz bir şekilde içmeye başladık tekrar. Sağ tarafa baktığımda sahilin tamamı ışıklandırılmış, deniz ışıkla çevrelenmişti.
“Bizim memleket dünyanın en güzel memleketi ama buraya alışması zor. Arif yengeyi boşadı ama o kız, kışa kadar ancak kalabildi, herkes gidip ilçe bize kaldığında yapamadı. O zamanlar şimdiki gibi değil kasaba, küçük bir yer, şimdi ki bir çok şey yok. Kız kışın çekti gitti, bir daha da gelmedi. Arif o kış devamlı içti. Yengeyle barışmaya çalıştıysa da yenge kabul etmedi.”
Birinin hikayesini dinlemek tuhaftır. Başkalarının hikayeleri hep tamamlanmış oluyordu da, insanın kendi hikayesi hep yarım kalıyordu. Kaptan bir gün, bu günü kim bilir kime nasıl tamamlanmış bir hikaye olarak anlatacak diye düşündüm. Eksik olanı O mu, kaptan mı tamamlayacaktı bilemezdim. Bildiğim bir hikayede birden fazla kişi varsa zamanlar takvimler birbirine karışıyordu. Teknenin dar güvertesinde biraz gezinip şehri ve denizi izlemeye başladım. Kaptanın aklına, teknede eski kaset çalar olduğu gelmişti. Kaseti takınca, Orhan Gencebay’ın Musalla Taşı (4’ 48”) şarkısı başladı. Şarkının sözlerine dalmıştım.
“Gel otur şöyle, ayakta durma.”
Kaptanın sesiyle irkildim. Yorgunluk, sarhoşluk, serin deniz ve teknenin salınımıyla iyice daldığımı, uykuyla uyanıklık arasında uzun zamandır surlara baktığımı fark ettim. Kaptana döndüm. Masadaki çöpleri, küllüğü bir poşete boşaltıyordu. Denize baktığımda tüm tur teknelerinin çoktan iskeleye döndüğünü denizde bizden başka tekne kalmadığını gördüm. Fotoğraflara tekrar bakıp kitabı aldım. Kaptanın yanına geçip oturdum.
“Susacak mısın hâlâ..” dedi. Cevap vermedim. Sigara paketine baktım, yeteri kadar sigaram vardı.
“Halit abi vardı bizim. Barlar sokağındaki Ziraat bankasının arkasında dükkanları vardı. Bizim çocukluğumuzda oralar bar değil, bildiğin dükkandı. Bizden beş altı yaş büyüktü bu Halit abi. Bir de boylu poslu yakışıklı, sorma. Tophane Mahallesinde ama sur dışında otururlardı. Mahalledeki tüm kızlar Halit abiye aşıktı. Dükkanın olduğu sokağa gelen tüm kızlar Halit abiye bakmadan geçmezlerdi. O zamanlar dedim ya burası küçük bir kasaba, daha yeni yeni kabuğundan çıkıyor insanlar, kızların kafayı kaldırıp bir erkeğe bakması yine de zor. Ama kızlar bir kere daha görüp, kendini göstermek için bir yolunu bulup sokaktan ikinci üçüncü kez geçerlerdi. Neyse işte. Ama Halit abinin bir kıza aşık olduğunu, bir kız hakkında konuştuğunu hiç birimiz duymadık, hiç bir arkadaşına da anlatmadı. Babasını, annesini severdi, çok sayardı. Halit abi askerden geldikten bir kaç sene sonra bir akrabasının kızı ile evlendirdiler. Yenge de Allah var, ilçenin en güzel kızlarından biriydi. Halit abinin bu evliliğe itiraz ettiğini duymadık ama ne düğünde ne de ondan sonra yüzünün güldüğünü gören olmadı. Gel zaman git zaman bir gün Halit abinin en yakın arkadaşı Serkan abiye sordum bu mevzuyu. ”
Denizde olmak, şehrin içinde olmaktan iyiydi belki. Gidince neler olacağı görmek gibi bir şey. Oralarda bir yerde. Her şey yerli yerinde. Yine yağmur yağacak, yine camlar buğulanacak, yine deniz üstü kararacak, bazıları için güneş açacak, birileri eksik olacak, şehre birileri gelecek, başka birileri şehirden gidecekti. Kaptanın anlattıkları saatleri tüketiyordu sadece. Halit abi, Musa amca, Arif, Finlandiyalı mı, Ukrayna’lı mı şimdi hatılayamadığımız kadın, Halit Abi’nin sevdiği kadın, Arif’in eski karısı, eski sevgililer bu geceye aitti sadece, O’na dokunamıyordu.
“Anlatmadın, sustun. Ama geçmez evlat. Bir yerde duymuştum. Acısı geçeni geçti sanırsın. Geçmez.”
“Boşver Kaptan, susmak en iyisi, asıl dinleyecek dinlemeyince, anlatmanın ne anlamı kalıyor ki.”
“Eksiği tamamlar. En nihayetinde her şey bir hikaye oluyor. Eksiği tamamlamak için acıyla tamamlamak için anlatmak en iyisi. Halit Abi, Serkan’a aslında başka bir kızı sevdiğini söylediğinde kendi hikayesini çoktan kaçırmıştı.”
Saat sabaha yaklaşmıştı. Elimdeki kitabı gösterip ne olduğunu sordum. Kaptan, kendi paketinden bir sigara çıkardı. Yaktığım çakmağa iki elini siper edip sigarasını yaktı. Kitabı alıp ilk sayfadaki nota baktı. Sayfalarını yavaşça çevirip “kitaba geliriz” deyip tekrar anlatmaya başladı.
“Arif’i anlatmıştım. Dediğim gibi, kız gidip yenge de yüz vermeyince ortada kaldı. Turizm hareketlenmeye başlamıştı. Bu Arif’in babasının şimdiki sahil beldelerinde irili ufaklı çok tarlası vardı. Arif iki erkek dört kız altı kardeştiler. Arif en büyükleriydi. Babasına iş yapacağım diyerek önce sahile uzak yerden iki tarla sattırıp çarşıda bir arkadaşı ile ortak deri dükkanı açtı. İki yıl iyi iş yaptılar. Çok iyi para kazandılar ama parayı içkiye karıya harcadılar. Sonra borca batınca işler bozuldu, ortağıyla arası açıldı, ortağı bunu kandırıp dükkanı elinden aldı. Bir sürü de borç bıraktı buna. Hâlâ konuşmazlar. Derken sahilden bir tarla daha satıp bu kez tur-gezi işine girdi. Üç dört yıl da böyle çalışıp battı. O tarla da böyle gitti. Bu arada hiç evlenmedi. Bir sürü kadınla beraber oldu. Hepsiyle işi bozulunca ayrıldı. Babası aklı başında bir adamdı da diğer çocukların hakkı da var diye başka tarla vermedi. Büyük tarlanın birini müteahhite verdi. Oradan aldığı dairenin birini buna verdi. Ama tapusunu vermedi satar diye. Sonra büyük tarlanın birini muzluğa çevirdi. Babasıyla uzun süre muz işi yaptı. Sonra da babası birini bulup evlendirdi. İkinci karsısı üç dört yıl önce öldü. İkinci karısının iki çocuğu vardı. Arif’in hiç çocuğu olmadı.”
Kaptan hikayeyi böyle bitirerek Arif’i tekneden bir anda atmış, sulara gömmüştü. Oysa kaptan anlatmaya başlayınca tekneye dört kişi bindiğimizi düşünebilirdim.
“Sen Arif’i anlatırken, bazen hayatını heba etmiş dedim. Bazen de cesur adammış, kimin ne dediğine bakmadan hep sevdiğinin heveslerinin hayallerinin peşinden gitmiş dedim. Arif’e ne desem bilemedim.” dedim.
Kaptan derin derin gözlerime baktı. Sanki, iki şişe rakıyı beraber içmemişiz gibi, gözlerinde dünya dönmüyor gibi, her şey deniz feneri kadar sabitmiş gibi derin derin baktı.
“Ben de bazen düşünürüm Arif’i. Ne diyeceğimi bilemem. Sadece hayatını yaşadı diyorum. Ama şu hayata ne bıraktı diye sorduğumda da cevabını bulamıyorum.”
Güzel söylemişti kaptan. Bir an düşündüm. Arif ve Arif’in tüm sevgilileri aklıma geldi. Yenge’nin Arif’den ayrıldıktan sonra kaybolan hikayesi vardı bir de. Rakıyı alıp bardağı çevirdim bir müddet. Anason kokusuna, duman kokusuna, iyot kokusuna, seyir terasının ilk yaz akşamının çiçek kokularını da ekledim. Aklıma Arif ve arkadaşları geldi, gülümsedim.
“Bunun cevabını o vermiştir veya da bir gün mutlaka verecektir. Ama ben Arif’i, Yenge’ye aşkını söyledikten sonra seyir terasında size aşkını anlatırken ki heyacanıyla hatırlayacağım. En iyisi bu sanırım.”
Kaptan bir bana bir seyir terasına baktı, “Bilmem” dedi. Sonra kitabı gösterip “Bu kitap da o kızın gittikten sonra Arif’e gönderdiği bir kitap. Onların dilinde. Arif’den bana kaldı, hâlâ saklarım” dedi.
Rakıdaki son yudumu da içip “Hadi kaptan dönelim artık” dedim. Güvertenin ucuna gittim. Kaptan da ortalığı toplayıp motoru çalıştırdı. Motorun pat pat sesleri ve teknenin denizi bir kıymık gibi yaran sesi arasında balıkçı barınağına doğru gidiyorduk. Kaptan dümen görevi yapan demiri tutmuş, teknenin kıç kısmında oturuyordu.
Teknenin ön tarafında, suların yarılışını ve şehrin ışıklarını izliyordum. Hafiften başım dönüyordu. Gece boyunca dinlediğim türlü hikayeden kalan bölük bölük anılar içinde, O’na dair günlerim ve konuşmalarımızla hesaplaşıyordum. Gideceksin biliyorum demişti. Aslolan ne benim gitmem ne onun kalmasıydı. ikimizin de söylenmemiş sözleriydi. Bazı soruların geri alınabilmesi, bunu kendine inandırabilmesi, ikimizin bir hikaye olmayı bir araya gelmeyi başaramayacak olmamızdı. Bunu sadece ben mi düşünüyordum. Sanırım acı olan buydu. Kaptanın duyduğu ve gerçek olan, acısı geçeni geçti sanırsın gerçeğinceki “acı” da buydu. Belki geçecekti. Ama “acının geçmiş olması” sadece bir sanrı olacaktı. Uzak bir yerde bir haber tüm acıyı geri çağırmaya yetecekti. Şimdilik ikimizin de bildiği tek şey ben gidecektim.
Mendireği ve dalgakıranı geçip balıkçı barınağına girdik. Kaptan tekneyi yanaştırdıktan sonra indim. Kaptan, geceyi teknede geçireceğini söyledi. İstediğim zaman gelebileceğimi de ekledi.
…
Ertesi akşam iş çıkışına yakın siyah not defterimden bir sayfa koparıp dolmakalemle “Kaptan, ’Yenge’yi mi, yoksa Finlandiya’lı mı Ukrayna’lı mı olduğunu hatırlayamadığımız(aslında sen nereli olduğunu biliyorsun) kızı mı seviyorsun,” yazıp sarı bir zarfa koydum. Mübaşiri çağırıp kaptanı ve balıkçı barınağındaki teknesini tarif ederek ona vermesini söyledim.
Sonraki sabah odaya girdiğimde gönderdiğim zarfın masama bırakıldığını gördüm. Bir çay söyledim. Çay geldikten sonra bir sigara yakıp cam kenarında, iskeleye ve balıkçı barınağına bakarak zarfı açtım. Benim notumun altına; “Buradan gittiğinizde O’nu ne kadar unutacaksanız? Ben ikisini de ayrı ayrı sevdim..” yazmış, ama kızın memleketini yine yazmamıştı.
Notu okuyunca, balıkçı barınağına bakıp kaptana güldüm. Keşke Finlandiya’lı mı yoksa Ukrayna’lı mı o kızın adını sorsaydım dedim.
"Ördek başı yeşili kadife ceket ve Schrödinger'in kedisi" tefrikasının tüm parçaları:
- Ördek başı yeşili kadife ceket ve Schrödinger’in kedisi – 1
- Ördek başı yeşili kadife ceket ve Schrödinger’in kedisi – 2
- Ördek başı yeşili kadife ceket ve Schrödinger’in kedisi – 3
- Ördek başı yeşili kadife ceket ve Schrödinger’in kedisi – 4
- Ördek başı yeşili kadife ceket ve Schrödinger’in kedisi – 5
- Ördek başı yeşili kadife ceket ve Schrödinger’in kedisi – 6
- Ördek başı yeşili kadife ceket ve Schrödinger’in kedisi – 7
- Ördek başı yeşili kadife ceket ve Schrödinger’in kedisi – 8
- Ördek başı yeşili kadife ceket ve Schrödinger’in kedisi – 9
- Ördek başı yeşili kadife ceket ve Schrödinger’in kedisi – 10
- Ördek başı yeşili kadife ceket ve Schrödinger’in kedisi – 11
- Ördek başı yeşili kadife ceket ve Schrödinger’in kedisi – 12
- Ördek başı yeşili kadife ceket ve Schrödinger’in kedisi – 13
- Ördek başı yeşili kadife ceket ve Schrödinger’in kedisi – 14
- Ördek başı yeşili kadife ceket ve Schrödinger’in kedisi-15
- Ördek başı yeşili kadife ceket ve Schrödinger’in kedisi-16
Yorumlar