Ahmet doğdu, altmış yedi sene yaşadı, öldü. Ayakkabılarıyla kıyafetleri fakir fukaraya dağıtıldı. Evdeki eski mobilyalar için ölümünden bir ay kadar sonra bir eskici çağırıldı. Eskici, sair mobilya, tüplü televizyon, buzdolabı ve çamaşır makinesine yüz elli lira değer biçti.
Bu işlerle, Ahmet’in iki çocuğundan biri olan Şevket Bülent ilgileniyordu. Yeni Zelanda’daki diğer oğlu Servet Cemal cenazeye yetişmesi mümkün olmadığı için hiç yerinden kıpırdamamış, kardeşine telefon edip birkaç sıradan ölüm kelamı etmeyi yeterli görmüştü.
Şevket Bülent mobilyalardan eskicinin almak istemediklerini hamallara ve kamyonetin şoförüne teklif etmiş, bir kısmını da bu şekilde elden çıkarmayı başarmıştı. Annesinin otuz yıl kadar önce çok beğenerek aldığı, ölümüne kadar da her hafta sonu temizlediği kristal camlı salon avizesinin talibi çıkmayınca çöpün kenarına koymaktan başka yol olmadığına karar vermişti.
Ahmet saat takmazdı, aksesuar veya hediyelik eşya da sevmezdi. Çocukların üniversite için evden ayrıldıkları yıla kadar ancak gelebilen vasat bir fotoğraf arşivinden başka bir hatıra da bırakmamıştı. Halılara, perdelere, duvarlara sinen kokusu sayılmazsa tabii. Son on üç yıldır yalnızıydı bu evin.
Şevket Bülent kışın ortasında sıcacık evinde çay içip film izleyerek geçirebileceği bütün bir haftasonunu harcadığı bu tahliye maratonunun sonunda, yıllardır yeri değişmeyen eşyaların duvarlarda bıraktığı toz izleri, kenara köşeye birikmiş pamukçuklar ve kirli pencerelerle kalıvermişti. Adet yerini bulsun diye evi şöyle bir gezdi. Abisiyle anlaştığı üzere, evi satışa çıkarmışlardı. Emlakçı fiyatı uygun tutarlarlarsa birkaç haftaya satılacağını söyleyince iki yüz yirmi binden satışa koymuştu. Gel gelelim, şimdi evin bu boş, elden düşme haline bakınca; acaba boyattırsa ev bir şeye benzer de bi on bin daha üzerine koyulur mu diye düşündü bir süre. Sonra içinden “amaaan” dedi, “şimdi yok usta bul yok başını bekle, yağmurda çamurda git gel buraya”…
Evdeki son turunu tamamlayınca, küçük bir kolideki fotoğrafları koltuğunun altına aldı, kapıyı çekerek çıktı. Eli anahtarlara gittiyse de, evde çalacak bir şey olmadığından kilitlemeye gerek görmedi. Merdivenleri inerken bu tadilat meselesi yeniden yokladı Şevket Bülent’i. “Emlakçının tanığı boyacı vardır aslında, onun da pazarlığını etsem… Zaten o ibne boyacıyla bir araya getirmez beni, oradan da üç beş avanta alır. Ben beş yüz desem, o bin dese, işte yedi yüz sekiz yüze boyatılır. Fiyatı da iki yüz otuza çıkarırım. Bugün kim kime on bin lira veriyor. Hem acelemiz ne amına koyim. Bir ay sonra satılsın, ne var yani”. Bu düşünceler içinde apartman kapısından çıkarken, yıllardır kullanmadığı ama çocukluğunda, hele ki böyle havalarda, her eve dönüşünde itinayla ayakkabılarını temizlediği demir çamur ızgarasına ayağı takılıverdi. İlk tepkisi koltuğunun altındaki koliyi fırlatıp dengesini sağlamak için elleri önde, ileriye doğru birkaç hızlı adım atmak oldu. Koli, ters dönüp açılarak su birikintisinin ortasına düşmüş, fotoğrafların bir kısmı ıslak zemine yayılmış ama büyük çoğunluğu koliyle beraber su birikintisini boylamıştı.
Kendisi suyun içine kapaklanmaktan son anda kurtulduysa da, paltosu bu güzel sürprizden ziyadesiyle nasiplenmiş olan Şevket Bülent’in doğrulunca ilk işi okkalı bir küfür savurup paltosunu boş bir çabayla temizlemeye girişmek oldu. Bu gayretin gereksizliğini farkedince daha birkaç gün önce altı yüz elli dört lira verip aldığı pardesüsünün haline bakıp çamurlu kısmına elinin tersiyle sert bir fiske vurduktan sonra “sikecem evini de eşyasını da” diye söylendi. Derin aldığı nefesi gözlerini kapayarak yavaşça verse de sakinleşemedi. Gözlerini açınca karşısında gördüğü, ters dönmüş koliye “sssiktir” diyerek güzel bir tekme yapıştırınca onlarca fotoğraf koliyle beraber havaya uçuverdi. Servet Bülent’in de önü artık tamamen çamurlu suya bulanmıştı.
Artık Ahmetten geriye yalnızca kokusu kalmıştı.
Yorumlar