Hastalığının artık son evresiydi. Evden çıkamıyor, ayağa bile yardımla kalkabiliyordu Şevket dayı. Annemden babamdan sonra beni kucağına alan üçüncü kişi. Akciğer kanseri teşhisi konunca zaten pamuk ipliğiyle tutunduğu hayatla bağlarını koparmış, ölümü beklemeye koyulmuştu. Bu karamsar hali sebebiyle eşi dostu elini eteğini çekmiş neredeyse hiç arayıp soranı kalmamıştı. Arada bir ben uğruyordum evinin yakınlarındaysam. İçemese de kendine de bir bardak çay koydurup zar zor çıkan sesiyle eskilerden aklına gelenleri anlatıyor, kah günah çıkarıyor kah elinden geldiğince hayat dersi veriyordu. O gün, dolaplardan birinin derinliklerinden bir fotoğraf albümünü, yerini tarif ede ede, çıkarttırmış, yanına oturmamı istemişti. Çocukluğundan kalma bir-iki fotoğrafla başlayan albüm ikinci sayfasında ergenliğine geçiyordu. Hemen üçüncü sayfada, sayfanın ortasına yerleştirilmiş, özel olduğu çok belli fotoğrafı görünce iç çekti. Siyah bir atın boynuna elini atmış, mahalle arkadaşıyla fotoğraf çektirir gibi poz vermişti. Aaah diye girdi söze:
Biz bununla beraber doğduk. Kara. Yani beraber derken bi’ kaç gün arayla. Tabi benim onun varlığını farketmem üç dört sene aldı. Bir yaşındayken de belki gördüm, seyrettim veya bebek diliyle ona bir şeyler anlattım uzaktan ama hatırladığım ilk sahne anam hamur yoğururken, yanında yer sofrasının kenarına iliştiğim, elime verilmiş hamurla eğlendiğim bir gün kapıdan içeri kafayı uzatışı. Köy yeri, mevsim yaz, kapı baca açık. Öyle uzattı içeri kafayı. Sanki az önce olmuş gibi hatırımda. Anamın sırtı kapıya dönük, ben tam kapıya bakıyorum. Kapının kenarından içeri boynunu çevirince göz göze gelmiştik. Gel demişim ben de. Ağır adımlarla anamın arkasına süzülüp omzunun üzerinden sofraya uzanınca anam bir feryad etmişti, hah hah ha. Resmen ayakları yerden kesilmişti hoplayınca. Yazık, hayvan ne yapacağını şaşırıp evi birbirine katmıştı. Ne gülmüştüm. O anki neşemi hala hissediyorum içimde.
Eve ikinci girişi havalıydı ama bak. Köyde her yıl at yarışı olurdu yazın. Dört beş köyün delikanlıları, kızları, en güzel atlarla yarışa gelirdi. Yarış pisti falan yok ha, öyle dön baba dönelim yarışı değil. Subaşına gider geri gelirsin. Üç dört kilometre yol. Kazanan gerine gerine yürür o günden sonra. Neyse altmış üç senesinin yarışını Kara’yla ben kazandık. Ne gündü ama… Sabah babamdan gizli ahırdan alıp gittim Kara’yı. Eyer, dizgin gem mem hiçbi’ şey yok. Çıplak at. Ne koştu o gün. Üzerinde dik oturdun mu tırıs giderdi ama bir eğil, yapış boynuna, eyvah eyvah. Rüzgar arkamızdan gelirdi. Eğitmiştim de ben bunu, şey var ya şu Red Kit’in atı, onun gibi böyle bir kilometre mesafeden ıslık çalayım dört nala gelirdi. Ama sadece ben çalınca. Havamdan geçilmezdi.
Neyse, işte o gün yarışı kazandığımız gibi eve geldik. Yedi sekiz arkadaş da benimle tabi. Herkes at üstünde. Havamız beyde yok. Karayla evin içine girdik. Evin içi derken avluya yani. Kara’yı da süslemişler böyle, ne o, renkli bağlar var ya, onlarla, çiçekler filan. Anam kalabalığı görünce anladı meseleyi. Ağladı garibim pek sevindi. Kara da yıllar önce yediği dayağı hatırlayıp özür diler gibi burnuyla dokundu anamın omzuna. Babam tabi duymuş olan biteni, yaşıtlarına da pek böbürlenmiş, “eee kimin oğlu” diye filan ama bana bir iltifatı olmadı. “Bir daha habersiz at çıkarırsan sıçarım çarkına” dedi mükafat olarak. Rahmetli iyi adamdı.
Bir sene sonra ben köyden ayrılıp Ankara’ya dayımın yanına geldim okumaya. Babamla vedalaşırken, benim atı satma dedim. Burada kalsın. En kötü ihtimal, sal dedim, gezsin yaylalarda. O da bakarız gibi bir şeyler gevelemişti ağzında. Rica etmekten başka yapacağım bir şey yok zaten. Hayvanı yanımda götüremem, gitmek zorundaydım… Velhasıl oğlum, öyle kaldı orada garibim.
Ankara’da bir taraftan Kurtuluş Lisesi’nde okuyorum bir taraftan da amelelik, pazarcılık, hamallık ne iş bulsam üç beş lira harçlık için çalışıyordum. Hani dayılardayım ya, eve giderken üç beş de bir şeyler alıyorum, domates, meyve, ekmek falan… Altmış yedide bizimkilerin köyden kasabaya göçtüklerini duyunca hemen bir mektup yazdım babama. Hal hatır, hayırlı olsun bilmem ne ama esas Kara’ya ne oldu ne yaptınız diye. Bir ay sonra cevap geldi ki ne cevap. Senin ciğerinden parça aldılar ya geçen sene, işte onun aynı. Satmışlar hayvanı.
Şimdi buraya kadar makul mantıklı de mi? At var, oğlan gidiyor, babası da satıyor atı. Olur yani. Aradan altı ay geçti yeğenim, biz lisenin bahçesindeyiz, teneffüste. Yola bakan tarafta gizliden sigara içiyoruz. Sıhhiye tarafından bir sütçü arabası geliyor, Kara çekiyor arabayı garibim. Yüzünden düşen bin parça. Her at arabaya koşulmaz biliyo musun? Atasözü gibidir bak bu. Her at arabaya koşulmaz. Mağrur atı arabaya koşarsan öldürürsün. Arkadaşlar tabi biliyor Kara’yı. Bin defa anlatmışım. Ben görünce Kara deyivermişim. Çocuklar da hassiktir falan dediler. Dalga mı geçiyon filan yani… Ne işi var senin atın burda. Ben de dedim lan denemesi bedava ibneler. Evladım ben bir ıslık öttürdüm, Kurtuluş kavşağında kıyamet koptu. Araba bi yana, güğümler bi yana, taksiler maksiler birbirine girdi. Bir kurtuldu bizimki, ama ne çırpındı görmen lazım. Arabayı, koşumları paramparça etti. Bir koştu ki… Ankara at gördü. Bak o gün, o anda orada olanlar senelerce anlatmıştır bunu. Kurtuluş göbekten bir hızlandı, lisenin duvarından atlayışı hayal gibiydi, hayal. Uçtu. Geldi yanıma, o ağladı ben ağladım.
Tabi sütçü koştu geldi kendini toparlayıp, hayırdır mayırdır. Dedim böyle böyle. Bu at benim atım. Ben dedi bunu şu kadara aldım filan. Elim kolum bağlı benim de, ne yapayım, zaten para yok, olsa ne, götürüp dayımın evine mi bağlayayım Mamak’ta. Mümkün değil. “Dayı” dedim sen bana adresini ver, en azından ben geleyim göreyim bu hayvanı. Keçiören’deymiş. Tarif etti. İlk giderken ceplerime yemişleri doldurdum. Nasıl sevindi ama resmen gözlerinin içi güldü beni görünce. Akşama kadar gezdik tozduk. Sarıldık, koklaştık. Konuştum, anlattım her şeyi. Özür diledim, affet dedim. Ayrılırken ağlaştık yine.
Sonraki haftasonu yine doldurdum ceplerimi fındık fıstık, gittim. Sütçü evde yok, hanımı çıktı. Yenge, dedim at nerde? “At öldü yavrum, ganalın orda” dedi öyle pat diye, duygusuz, sıradan bir haber verir gibi. “At öldü” dedi. “ganalın orda”. “Ganal nerde?”, tarif etti. Gittim baktım ki şişmiş, davul gibi. Sinekler üşüşmüş. Dili dışarıda. Vay Karam vay. Vay benim güzelim. Öyle yığılmış oraya yeğenim. Bırakıp gitmişler. Oturdum sevdim başını. Cebimdeki yemişleri etrafına serptim. Öyle bıraktım geldim orda.
Adı batsın, bu Ankara hiç unutturmadı bana Kara’yı.
Bugün defnettik Şevket dayıyı. Karşıyaka’dan öğle namazını müteakip. Çukura indirirken başını ben tutuyordum. Başının altına biraz toprak… Yakamızda yakışıklı bir fotoğraf. Cenaze dönüşü Anneme Kara’yı sordum. Dedim dayımın atının hikayesi ne? Bizde at olmadı hiç yavrum dedi. Giderayak bizi sikmiş ibne. Toprağı bol olsun.
Yorumlar