Sabah uyanır uyanmaz ilk aklıma gelen şey; 1987 senesinde İl Halk Kütüphanesi’nden bir ödev için aşırdığım Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ‘Efsuncu Baba’ isimli kitabını hala teslim etmediğim oldu.
Zaten bir kaç gecedir kabusunu görüp duruyordum; tam kitabı paltomun içine sokup götün götün çıkışa doğru ilerlerken kütüphane sorumlusu şişman, sarı-kısa kıvırcık saçlı, gözlüklü teyze beni farkediyor, masanın altına yerleştirilmiş gizli düğmeye basmasıyla aynasızlar beni çıkışta enseliyordu. Allahsız teyze! O yıllarda uzaktan kumanda bile yokken nasıl yaptırdınız o düzeneği. Ne biçim vali lan bu?
Bir de akraba bu karı ha… Annemin bilmem kaçıncı kuşaktan kuzeninin teyzesinin kızı. Dolayısıyla yine kuzeni. İşte karakol, parmak izi, ifadeler falan derken suç konusunun önem ve değerinin yaşıma orantısına göre bir defaya mahsus affediyorlar ama epey hırpalıyorlardı.
Kahrolasıca federaller!
Neyse efendim sıkıntıyla uyanıp duruyordum işte bir kaç gündür. Artık kitabı teslim etmenin zamanının geldiğini düşünüp kitaplığın dip köşelerinden buldum sert siyah ciltli kitabı.
Önce annemi aradım. “Anne hani senin bir akraban vardı kütüphane memuru. Böyle sarı- kıvırcık saçlı, kendi çocuklarının rızkından çalmış yemiş gibi bir şey. Emekli oldu mu o?” “Ne bileyim yavrum yıllardır görüştüğüm yok. Hem nereden aklına geldi?” gibi bir şeyler söyledi. Anne işte. Yıllardır akrabaları arayın sorun der durur, kendi sülalesinden bi haber. “Aklıma geldi işte anne. Kocası falan polis değildi di mi onun? Tamam o zaman. Yok bir şey yok. Hadi ben de öptüm. Görüşürüz hadi. Tamam ararım ablamı hadii. Yok yok işte bir sıkıntı yok hadiii. Yok anne yakmadık daha kaloriferleri, havalar güzel hadiiii. Yiyorum yiyorum merak etme, ablam da gelip yapıyor arada bir şeyler hadiiiiiii. Sen de selam söyle dayıma hadiiiiiii. Görüşürüz”diye kapattım telefonu.
Kadının hala kütüphanede olma ihtimali aradan geçen süreyi düşününce mümkün görünmüyordu aslında. Öte yandan hala oradaysa akraba olması dolayısıyla durumu kendisine izah edebileceğimi düşünüyordum. Öyle ya aradan 30 sene geçmişti. Ben olgun bir birey, o da tıknefesten gitmediyse görmüş geçirmiş ton ton ton ihtiyar olarak halimden anlar, öpüp başımı okşardı. Hem annemle aralarını da düzeltir, tekrar eskisi kadar mutlu-mesut büyük bir aile olurduk. Ben yine bayramlarda onları aramaz annem de ağzıma sıçmaya devam ederdi. Yok yok öyle değil lan bi dur… Ama artık emekli olduysa yeni memura durumu anlatmak da zorlanabilir, 30 yıl önce yoksa bile şimdi mevcut masa altı düğmeye basmasıyla kendimi kodeste bulabilirdim. Belki yıllar önceki envanter sayımından beri bu kitabı arıyorlardır. Dosya henüz kapanmamıştır ve kolluk kuvvetleri yıllardır çözemediği bir vakanın haksız failini bulmakla övünç duyacaktır; mavi badanalı bir duvarın önünde, Hüseyin Rahmi’nin bütün eserleriyle POLİS yazılmış bir masanın arkasında gözleri bağlı beni teşhir ederek.
Kahrolsun federaller!
Ne olur olmaz diye Ömer isminde eski bir avukat arkadaşımı arayıp durumu anlattım. Ceza dedi, usul dedi, 765 sayılı kanun bilmem ne babı dedi, müruruzaman dedi, kitap hala bende kalmakla eylem devam ediyor dedi, müşteki, temadi, mütemadi, içtimai dedi dedi dedi, beynimi sikti. Hiç bi bok anlamadım söylediklerinden. Zaten hukuk fakültelerini bunun için kuruyorlar Bunlar fakültede gizli bir tarikat gibi bu dili öğrenip duruşmalarda falan kendi aralarında bu gizli dili konuşuyorlar sadece. Biz de bi bok anlamadığımız için ve bize tercüme edilsin diye bi ton para ödüyoruz. Taşak geçiyorlar bizle benden demesi.
Özet olarak bir şey olmayabilirmiş. 30 sene geçmiş falan filan. Hem neden durduk yerde şimdi iade etmek istediği sordu. Devlet unutmuştur, dedi.
Bok! unutmuştur. Yıllar önce bir çağrı cihazı almıştım ben. Cep telefonlarının yeni çıktığı bir dönemdi. Hani sinemalarda, tiyatrolarda “sayın seyirciler-(es)- oyunumuz başlamak üzeredir-(es)- lütfen-(es)- cep telefonlarınızı, çağrı cihazlarınızı kapatır mısınız?-(es)- Teşekkürler…” diyen kadın sesi vardı ya şuh olan hani. İşte o çağrı cihazı olan adamdım ben. O karı da benle konuşuyordu işte. Babayı alın siz. Pardon.
Neyse efendim o zaman otomatik mesaj yok tabi. İşte biri sana ulaşmak istediğinde devletin bilmem ne numaralı hattını arayıp sekretere canlı olarak mesajı bırakıyor, o da senin makinaya mesajı yazılı olarak gönderiyordu. Şimdi düşünüyorum da devletle az kulaktan kulağa oynamamışız. Bizim evde o yıllarda telefon olmadığı için “beni acil ara” şeklinde gelen mesajlardaki aciliyete ulaşmak için evden çıkıp yarım saat sonra cadde sonundaki ankesörlü telefona gidip arkadaşı arıyor, o da bana “acil bir şey yok abi, canım sıkıldı öylesine mesaj bıraktım” diyordu. Çok kalender arkadaşlarım vardı o yıllarda. Az kulaktan kucağa da oynamamışız. Hatta bu kalender arkadaşlarımdan en kalenderi bir gün benim için “…öldü” diye mesaj bırakmak istemiş de, devletin canlı sekreteri kızcağız “vah vah öldü mü, başınız sağolsun” diye üzülünce samimi bir sohbete girmişlerdi de o ayın faturasını bana elbirliği ile dayamışlardı. Arkadaşlarım devletle bir olup çok kucaktan kucağa oynadı benimle. Neyse. Biz tabi bir yerden sonra unuttuk çağrı cihazını falan. Ama devlet unutmamış. Yıllar sonra eve internet bağlatmak istediğimde kol gibi dayadılar bana birikmiş faturaları. Devlet unutmaz kardeşim hiç bir şeyi.
Kahrolsun federaller!
“Hem sen neden illa iade etmek istiyorsun kitabı” diye sordu Ömer. Hukukçu ya, illa sorgulayacak ya. Şimdi Ömerciğim çocukluğumdan kalan hatırladığım ilk anı bu. Yani onun öncesinde kuzenimin sünnetinde balkondan ilçe belediye başkanının kafasına tükürdüğüm için annemden bir ton sopa yemişliğim, bayram harçlığıyla lunaparka gidip yedi kez gondola bindiğimden annemden yine bir ton sopa yemişliğim, şiddetli bir yağmur sonrası evin karşısındaki inşaat temeline dolan suya soyunup balıklama atladığım için yenilenmiş bir yinelikle annemden tonlarca sopa yemişliğim var ama bu ötekilerden farklı. Hatırladığım ilk günah bu benim. Kırkıma yaklaştığım bu günlerimde karmamın hatırlatmasıyla da peşimi bir türlü bırakmıyor. Sanki hayatımın bütün musibetlerinin sorumlusu bu ilk günahdan başlamış da zincirleme şekilde devam etmiş gibi. İşte bu ilk günahımı temizlersem çocukluğumun o saf, sadece anne morluklarıyla halime geri dönücem ve o ilk günahın yol açtığı bütün olumsuzluklar da hayatımdan birden silinmiş olacak vs. vs. anlattım.
Ömer o çemçük hukukçu ağzıyla konuşmaya başladı yine. “Olm bu ne biçim anıymış, insanın ilk anısı bibisiyle ilgili olurmuş, hem aradan 30 yıl geçmişmiş, arada yediğim naneleri, düzenbazlıkları, üzdüğüm kızların ahını, yalanlarımı, dolanlarımı nereme sokacakmışım vs. vs…
Bibi ne lan, bibi ne? Hem insanın ilk anısı nasıl oluyor da anlamını bile bilmediği bibisiyle ilgili oluyor? Bir ton sövdüm Ömer’e. Hem de böyle hukukçayla karışık Türkçe. Sinkaflı selametli
falan.
Banane arkadaş. Hatırladığım ilk kötülük buydu ve bundan başlayacaktım hayatımı
temizlemeye. Gerekirse o kızları da bulup özür diler, yalanlarımı düzeltir, kefaretimi yavaş yavaş öderdim. Karmam bana kaç gecedir gösterdiği kabuslarla başlama işaretini vermişti işte.
Aldım kitabı, soktum cebime, çıktım evden.
Kahrolsun bibiler!
"Dağınık" tefrikasının tüm parçaları:
- DAĞINIK – 1
- DAĞINIK – 2
Yorumlar