askeri lisede okuduğum zamanlarda bando takımındaydım. önce klarnet çaldım. sonra tenör saksafon. sonra can sıkıntısından sırayla trompet, trombon, tuba, herşey. ceyhun da trompetçiydi. 1994 yılı yazında üst sınıfların mezuniyet töreni için yaz tatilinden erken dönmemiz gerekmişti. zaten 30 gün olan kısa yaz tatili 20 güne düşmüştü. bir de o sıcakta provalar, yürüyüşler, üst sınıfların azarları..
yaz törenlerinde her zaman aynı şeyi yapardık. önceden anlaştığınız bir arkadaşınızla biriniz -sıcaktan- bayılma numarası çekip kendini diğerinin kucağına atar, öteki de apar topar zaten hazır kucağınıza düşmüş sizi tören alanından çıkartıp revire götürme numarası yapardı. intizam, disiplin vs. nedenlerle tören alanına tekrar dönme olanağınız bulunmadığından böylelikle ikiniz de yırtmış olurdunuz ayakta dikilmekten.
işte 1994 yılı yazında sırada arkamda ceyhun vardı. anlaştık. aslında anlaşmamışız. ben bayılan olup onun kucağına düşeceğimi onun da beni tutacağını zannediyordum. o da tam tersi hazırol vaziyetinde iken dimdik sırtıma düşüp dönüp onu birden tutacağımı. işareti ceyhun verecekti. trompetinin piston şaklamasını duyduğumda olduğum yerde kendimi geriye attım. o anı çok net hatırlıyorum. ben geriye doğru -azıcık da sağa kaykılıp- düşerken ceyhun da ileriye doğru sola kaykılmış vaziyette yanımdan geçiyordu. ben geriye , o ileriye doğru düşerken artık o aramızdaki 90 derecelik geri dönülemeyecek açıda gözgöze gelip birbirimize “sıçtık” bakışı attığımızı hatırlıyorum. düşmekten yara almadık da devletin bir trompetine, iki plastik tören kaskına, bizi tören alanından çıkartan fırsatçılarla dört eksikli bando takımına mal olmuştu yaptığımız.
numaramız çakılınca yediğimiz dayakları ve çektiğimiz şınavları hatırlayıp tebessüm ediyorum şimdi.
ceyhun sıska denilebilecek kadar ince, orta boylu, kumral, renkli gözlü bir çocuktu. ailesi yugoslav göçmeni.. baba terzi., anne ev hanımı.
o dayaktan sonra kopmadık okul bitene kadar. ilk sigaralarımızı gizli gizli birlikte içtik, ilk firarımızı birlikte yaptık, okuldaki ilk votkamızı kuzu tepede sek sek birlikte yuvarladık. ilk kız arkadaşımı o tanıştırdı sevgilisi vasıtası ile, kınalı’ya birlikte gittik.
1995 yılında okula gelen ve woody allen’ın “başkasının karısı” isimli oyunundan çok etkilenip tiyatro organizasyon işine yazıldı ceyhun. her oyunda bana torpil geçip, haldun taner sahnesinde az oyun seyredip içlenip gülmedik. o büyüden sonra, o dönüş yolunda yine aynı gri ranzalara döndüğümüz için az yeislenmediğini görmedim. susup susup. ve her oyuna aynı çocuk heyecanı ile yolda otobüsü durdurup oyunculara çiçek almasını..
nietzche’yi farsça okuyup az manyak değilsin dediğimde cevap vermeyip sırıtmakla yetindiğinde, paraşütle atlarken korktuğundan onu uçaktan ittiğimde, matematik derslerinde bütün üçgen sorularını sin 37, cos 43 teoremi ile ispatlayabileceğini ateşli ateşli savunduğunda, cemal süreya’da, a.kadir’de, şimdi ismi aklıma gelmeyen onlarca yazar ve şairde, sevgilisine mektup yazmak için elinde beyaz kağıt ve dolmakalemle okulun en dip köşelerini aradığında, bir dayak sonrası ağladığını görüp “en çok suratıma vurulması koyuyor” dediğinde, yoklamalarda onu her defasında yatakhanenin çatısında boğazı seyrederken bulduğumuzda hep ya da bir çoğunda oradaydım.
diğer 317 kişi ile birlikte. tek tek.
ben askeriyeden ayrıldıktan sonra bir kaç kez daha görüştük.
sonra mecralarımız keskinleştiğinden bağlantımız koptu.
bugün, gün içerisinde bir vesile ile onun kanserden öldüğünü öğrendim.
aklıma bunlar üşüştü.
ceyhun naif bir çocuktu.
biliyorum..
onu kanser öldürmedi…
bu naiflik- ile – yaşamak öldürdü.
>> Dire Straits / Brothers in Arms / 4’52”
Yorumlar