Ne çok söz söylendi, ne çok kalp kırıldı. Ne çok çiçek açtı, ne çok gün geçti. Ne çok boşluk, ne çok beyhude vakit. Her şeye rağmen iyki sevmişim diyebilmek, iyki sevmişim.
Ne güzel aktı ırmak, ne güzel, ferah mavi bir gök oluncaya kadar genişledi göğsüm. Derin bir soluk, rahat ve sessiz. Sarı güneş altında kuşlar uçurduk. Annem, gençliğim, taşıdığım can. Ben bir canım. Tek bir can, tek bir anne, tek bir gençlik, gül kokan. Dört bir yanı sardı gül kokusu ve ben ilk defa aşık olunca anladım büyük bir bütünün küçük bir parçası olduğumu.
Kalp hiç onarılmadı. Kırık dökük devam ettik, o gül solmasın diye. O gül kokusundan bildik hayatı ve o güle küstük, o gülü sevdik. Dans etmek sonra, nihayet durmak. Doğru nota. Duran sonsuzluk. La. Sessizlik lütfen, yalnızlık. Durun, bu ben değilim. Bu siz değilsiniz. Bu yağmur sonrası telaşları, yavaştan kalabalıklaşan çarşı, ürperen taşlar, davetsiz rüzgar, bu aniden yanan sokak lambaları, bu turuncu hasret, bu tedirgin bekleyiş, sevecek miyimler, gülecek miyimler, nihayet vaz geçmek. Vaz geçtiğinde açan güneş. Güneşin en mahrem anı. Hepsi bu işte, ıslak tüylerini silkeleyen ve cik diyen bir serçe. Güçsüz müdür? Değildir efendim, hepsidir.
Hepsinden sonra, serçeden sonra okusaydın filozofları, o zaman şiirsiz cümle kurmazdın, ama şiir başka türlü olurdu, dans etmeden geçirmezdin bir günü.
İşitmek için susmak gerek. Sus. Dayanabildiğin kadar sus. Büyük ses konuşacak o zaman. Bilgelik son bulacak. Boynun bükülür, güzellik karşısında çaresiz. Bu da güzel, bu da güzel. Beklediğin gibi çıkmaz, diridir, baygın değil kokusu. İki adam var; biri savaşa karşı, barış der. Diğeri bu savaşlar kıyamet alameti. Hangisi daha imanlı? Büyük sesi dinle de yanıt ver, dostum. Barıştan başka tohum var mı? Selamdan başka tohum var mı?
Günlerdir çıldırıyorum tek bir güzel söz duymak için, içten ve güzel bir söz. Ne yaptılar bize? Biz kimiz, onlar kim? Herkes aynı değil mi? Günlerdir göğsümün üstünde yanıp duruyor ufacık, sızlayan bir ateş. Günlerdir çıldırıyorum aşk içinde, aşk mı bu, aşık olma isteği mi ayıramıyorum. Su bulandı. Ne zaman, hangi ara? Hasretten yorgun düştüm. Özlemekten ve beklemekten tükendim.
Sen O’sun dedim, o kim dedi. Hep seni özledim dedim, ben kimim dedi. Gurbetteymişim dedim, neresi burası dedi. Anlamıyor musun tanışığız dedim, ne saçmalıyorsun dedi. Sen bensin dedim, tam da bu yüzden ayrı yüzlerimiz var, tam da bu yüzden sen kadınsın ben erkeğim. Aramızda bu ayrılık var. Doldu gözleri, canımın içi gözler, yine yanılmak istemiyorum dedi. Yine hayal kurmak, yine acı çekmek, yeniden dünyaya düşmek istemiyorum. Çok canım yandı, bak kırılmış bütün kemiklerim, yeni yeni toparlanıyorum, git dedi ağlayarak, ne olursun git.
En çok korktuğumdu benim de yeniden dünyaya çakılmak. Biliyordum aşk biter, aşkın tanımıdır bu. Korkutan çarpışma mıdır yoksa buraya hapsolmak mı? Çantamdan bir gül çıkarıp koydum masaya, beni kabul et, beni kendine yaklaştır, bak elimden gelen bu demekti çiçek vermek. Belki dahiyane bir penis tasviriydi. Hayır dedi. Hayır. Çiçeğe aşık oldum; çiçek, çiçek olduğunu bilmiyordu.
Selam olsun eseri kendisi ve hayatı olana, ölüm geldiğinde mahçup olmayana selam olsun, selam olsun ölüm kadar sade ve keskin hayatlara, selam olsun canlara. Can kopar, yürek acır.
Merhamet denizinde sevgi köpürdü. Annenin şefkatini kesin bir delil bildim. Sevildikçe köpüren pırıl pırıl deniz. Sevgi o denize yakışır. Adalet dağıtan merhametlidir, her şeye hakkını verir. Merhametsiz olan bilmez, anlamaz, tanımaz; oysa sanırsın ki duygular aldatır. Aklın iddiası. Akıl objektif olma iddiasını basitlikten alır, dar pencere. Objektif olan sarıp sarmalamış bir merhamet olabilir ancak. Merhamet diyince ne dendiğini yeni anlıyorsun. Merhamet sonsuz bir bilme biçimidir. Merhamet bütünüyle umuda kesmiştir, umuda düşmüş ve aydınlatmış bir ışıktır. Sevilince titreyen bir aydınlık. Kelimelerin anlaşılması ne zor, yanlış anlaşılması ne kolay. Her insan bilir bunu. Bazen talihsiz şakalar gibidir kelimeler, havada çarpışan iki sineğe benzer. Merhamet diyince kuşatan olduğunu unutma. Çepeçevre kuşatır merhamet. Umutla yol alır. Kırılan ümit veya vicdanın sızlaması.
Aç insanın iştahı, keyif düşkününün iştahı. Doymak için duyulan açlığın lezzet için duyulan açlığa dönüşmesi niteliksel bir iyileşmedir. Sevgi ve diri kelimelerinin birbirine yakın olduğunu seziyorum, burda susmalı ama. Keşke hep bildiğimiz kadar konuşsak.
Yalnızlık bir iman sınavıdır. Sınav sırasında sessizlik, kendi koşullarıyla tanımlı sınav, bu açıdan gerçek de yalnızdır. Yalnızlık sınavı yahut gerçekle yüzleşme. İnsanlar çevrende dolandığı sürece sahnede rol yapıyorsun. Yalnızlığın olmadığınıysa akılla anlayamazsın. Akıl yalnızdır ve gerçek.
Çala kalem yazılmış bir defterin var, yaprak gibi titriyor, o defter kalbindir. Yırtılıp gitmesin, sahip ol, sakın ve koru. Unutma, kalp hiç yorulmaz, ölü veya diridir.
İşte böyle aşktan söz ettikçe, hayattan ve ölümden, biri çıkar, abartma der, güzel söz söyleme hevesine düşmüşsün, kibirden başka bir şey değil bu. Üstelik karın doyurmuyor yazdıkların, soğuk bir yatağa genç bir kız koymuyor. Yarın başka laf edersin, bugün başka. Her söz boş değil mi? Cevabım şudur: Her hayat boş değil mi? Elimden gelen budur.
Bilmiyorum ölümden sonra ne olacağını, en büyük aşkın neden bittiğini bilmiyorum, neden bu dünyaya sıkışmış gibi hissettiğimi bilmiyorum, neden ölümden bu kadar çok korkup en derinde ümitle arzuladığımı ben de bilmiyorum. Acı çekiyoruz kardeşim, insan olmak çok zor. Çocukluğumuzu yitirdik ve bu başımıza geldi, aklımız başımıza geldi. Üstüne ölümün gölgesi düşmemiş tek bir an yoktur artık. Doğduğum anda korkudan yandım, annem sakinleştiriyordu beni. Anne, Allah”ın bize acıyıp bağışladığı teselli.
Ayrılık dışında bir acı tadamaz insan ruhu. Depresyon, kaygı, korku verdiğin biyolojik yanıtlar yalnızca, tuttuğun yasa. Bir yaşa gelir ve ne yaparsan yap, burada yalnız ve sürgün olacağını sezersin. Sonsuzluğun kıyısında sakinleştirir, okşar birbirini dostlar, aşıklar, kardeşler. Elden ne gelir, dayan. Bütün kelimelerin kökeni “ayrılık” tır. Bu yüzden şüphen ve çaresizliğin hiç bitmez. Kelimeleri birer birer elersin, akıllı bir insansan. Ayrılık ve birlik kalır. Sonra ayrılık kalır. Ayrılık kelimesinin anlamını düşünmelisin. Ne demek istediğimi açıklamaya çalışıyorum; yıllardır tanıdığın bir arkadaşınla bir müzik dinlediğini düşün. Hüzünlü bir keman. Çok etkilenmişsin ve o anda aynı şeyi hissettiğinden eminsin. O der ki, sanki sevdiğim birini kaybetmişim, bir ayrılık hüznü bu. Sen dersin ki, gelip geçiyor hayat, kendi ölümümüzün hüznü bu. Sonra aniden anlarsın, kelimelerin farklı olması kandırıyor insanları, hissettiğin tamamen aynıdır, sonra ölüm de kendinden ayrılmaktır. Arkadaşının bildik yüzüne bakıp emin olmak istersin ve eminsindir. Ayrılık diyince kelimeyi aşmaktan kastettiğim bu. Ne hissettiğimi asla kelimelere sığdıramam, benim için ayrılık zerrelere parçalanıp yok olmak gibidir. Sen kendi içini dinle şimdi. Bu duyguyu kelimeleri boş verip de tanı. Ayrılık içindeki hiçlikle tanıştırır seni. Ve belki ikimiz başka başka isimler koyduk ona, sen yalnızlık dedin benim ayrılık dediğime.
Sarfettiğin her kelimenin ve inandığın her fikrin bir gün boş gelebileceğini biliyorsun. O yüzden insanlara faydalı olma fırsatını kaçırma ve kendini büyük görme. İyi şeylere inanmak daha zordur. Böylesi hataysa, hatan güzel olsun. Hatası güzel olanın doğrusunu düşünemiyorum. Nasıl direndiğimize bir bak, bu güzel saraylarla, bu güzel kilise ve camilerle, bu güzel müzikle, bu güzel resim ve heykellerle, beyaz boyalı duvarlara mavi pencereler yakıştırarak nasıl direndiğimize, biz burdayız diye nasıl haykırdığımıza bir bak. Topraktan fışkıran bunca bina, üstüne çiçek işlenen beton, saçlarını toplayan bir kız, bu güzelliğin kaynağı ne? İnsana olan inancımız kayboldukça estetiğin nasıl çöktüğünü izle. Artık hangi film, hangi kitap, hangi efsane bizi bizden alsın, inanmıyoruz, insana inanmayanlar çağı çirkin olacak.
Kalıbı kırmayan öze varamaz. Niyeti öze varmak olmadan kalıba vuran kendini kırar. Kalıp kutsaldır. Halk inanmak ister, büyük denilen adamların kapısına yığılır, büyük denen adam gerçekten büyükse, yalnız kalınca yalvarır, kendisi ve herkesin kurtuluşu için. Büyük adamlar ne yalnızdır, elle tutulan gözle görülen kimse olmaz umut bağlanacak. Elinden bütün gelen budur, halk bilmez asıl kendinin ne büyük olduğunu. Bunlar hep kelimeler, özüne yürüyenler doğru söylediğimi bilir, o yolları yürümüşler düşündüğünden çok var.
Barış istiyorum. Baharda çiçekler açan ağaçlara benzemeli, sonra yeşeren, sararan ve korkunç bir şekilde kuruyan, canlılığımız aşırılaşmalı. Ne kadar diri olursak o kadar iyi. Dünyaya ne kadar çok karışırsak o kadar iyi. Mutluyken sığlaşan, çiğleşen adamlar gibi değil, dirildikçe hafifleyen kelebekler olalım. Rengarenk, sessiz, haddini bilen. Ve bilgelerin yanından kanat çırpıp uçalım, ta çiçeklerin koynuna kadar. Biz de biliriz hüznü kardeşler, yine de dans güzeldir, hafiflemek iyi. Bütün felsefe fakültelerine spor dersi koyun. Sizi müzikten, danstan, spordan uzakta tutan ne varsa çıkarıp atın hayatınızdan. Öyle bir hayatı yaşamaya değmez.
Bu ağırlık niye? Soylu neşeye selam olsun, insanların sesini soluğunu kısan sömürüye lanet olsun. Yazıklar olsun bize, birbirimizin kanını içtik, devam edicez bir süre. Kendinin zalim olduğunu görmeden zulme karşı çıkma. Acıdan doğan bilinç eksiktir. Ne zaman bir insan diğerini ezse, sömürse, hakkını yese, iki defa kötülük eder. İkincisi onu eksik bırakmasıdır. Yoksulların yalnız parasını değil, bilincini ve insanlığını çalarsın. Öfke içindeki o bilinç eksik kalır. Bilincin acı doğurduğu eski bir Yunan efsanesi. Hep altta yatan, saklanan, hoşa gitmeyen bir gerçeği arar durur batılılar. İnsana acı veren gerçek değil, eninde sonunda yalandır.
Gerçekle kurtulmak, bu da bir efsane. İkisi farklı duruşlar, birbirini takip eden basamaklar. Biri diğerinin ardından gelir. Merdiven tırmanır. Batılılar merdivenin üst basamağında yalnızca. Ha bu doğu batı meselesine bu kadar çok kafa yorma, ülkende zulüm ve sömürü azaldıkça gerisi kendiliğinden çözülür. İki köyün kavgası olur ya, Yukarı Ayrancı’yla Aşağı Ayrancı’nın kavgası. İki köy arasında bir otlak vardır ve otlak için kavga çıkar durur. Yukarı Ayrancı’lılar Aşağı Ayrancı’lıların yalancı, diğerleri ise Yukarı Ayrancı’lıların beleşçi olduğunu söyler durur. 500 yıldır aralarında bir otlak mesafesi olan iki köyün insanlarının birbirinden çok farklı olduklarına samimiyetle inanır ve sizden de ikna olmanızı beklerler. Sakın gülmeyin, çok ciddidirler ve bir futbol maçı kavgasında adam öldürüldüğü de olmuştur. Dünya bir köye dönerken, medeniyetler çatışıyor ve birileri onları barıştırmaya da soyunuyor. Üstelik çatışanlar protestanlarla budistler filan değil, hıristiyanlarla müslümanlar. Aşağı Ayrancı Yukarı Ayrancı meselesi, otlaklar için bütün kavga. Medeniyet kavga etmez, kucaklaşır, o nedenden medeniyet adını verirler. Biriktiği, yükselttiği için. Yıkan, medeniyet ismini hak etmez. Belki sormak gerekir, bir zamanda kaç medeniyet mümkündür diye? Birbirine komşu medeniyetler, bu tasvir anlamsız. Komşu köyler ve tek bir köy medeniyeti olabilir mesela.
Kavganın asıl nedenini söylemek demode olduktan sonra bir kimliktir tartışıldı durdu. Kendini bilmeyen adamlar, kimlik derdine düştü, midemiz bulandı. Özgür insan sorar, doğu neresi, batı neresi, kuzey, güney? Çünkü o kozmosa aittir. Soyu sopu sevgi olana millet sorulmaz artık, tek bir millet olmuştur o, Bir olmuştur. “Biz” der, “ben” değil. O biz, kozmostur. İnsan olmak ne ağır iş. Ey doğu, ey batı, medeniyetler, özgür müsünüz? Yeniden rönesans, yeniden aydınlanma, yeniden devrim, yine aşk, hep insan. İnsana değer versek hiç bir ekonomik sistem ayakta kalamaz. Hiç biri. Bu da üzücü tabi. Hep insandan çalarak var oldular, kolay çözümse görünmüyor. Ben de korkuyorum dünyanın kötü bir yer oluşundan, yarından korkuyorum bütün çağdaşlarım gibi, haksıza haksız bile denemiyor artık, kafamdan kıyamet yaklaşıyor fikri geçtikçe uzaklaştırıyorum. Herhalde bütün müslümanlarda var bu günlerde bu his. Yani bildiğimiz insani kronolojiyle kıyametin yaklaştığı. İnsanın enerjisini çalan, pasifleştiren bir fikir. Neyse ki o kadar sıkıcı ki insanlar haklı olsalar da bir süre sonra çıkacaklar bu moralsiz durumdan. Haklı olsalar da olmasalar da unutmak isteyeceğin, bunaltan bir fikir bu.
Oyun oynamak yerine bilmiyorum diyen adam, kendini kandırmayan, başkasını kandırmayan, özü sözü bir denen, basitçe bilmiyorum diyen ve çaresiz, belirsiz, o gerilime dayanan, akılcı açıklamalar getirmeyen, kendini inandırıp rahatlatmayan, acı içinde bekleyen, bilinmez ve yalnız bir yerde, başkalarının kınamaları üstelik, zaman zaman onlara gıpta ederek üstelik, durup bilmiyorum demek, gerçek aşkıdır bu, gerçek için çekilen çiledir ve böylesi kutsallaştırılmış bir gerçek, ona Hakk denir.
Şimdi ne yapacağımızı bilmiyoruz, dayandık müzikle, başka türlüsü mümkün değil. Hayat bir saçmalıksa, ömrüm dediğin kendi başına getirdiklerinse ve bir akşam dağınık bir evde kimsesiz kalmışsan, yaptığın tercihlerin sonucunu yaşadığını anlamışsan, her şey için geçse, kim olduğunu bilmiyorsan ve bulamayacaksan, ses sistemini dolby’ye ayarlamaktır geriye kalan yaşam. En azından hala tercih ediyorsun, stereo veya dolby düğmesi. Keşke şarkıların bu kadar değerli olmadığı bir hayat mümkün olsaydı.
Sevmek özlemektir. Ne yapsak, olmayız. İnsanız, ne eksik ne fazla. Bazen anlamak için çok geç kalmak gerekir. Bazen öyle yanarsın ki ancak gecikince anlarsın.
Çocukluk, anne, aşk gibi gerçeklerin yitirilebilir olması müziği müzik, edebiyatı edebiyat yapar. Bu ikisi, var olanları kutlamak ve kaybedilenlerin yasını tutmanın en somut ve aynı zamanda (ne gariptir) en duygusal yoludur çünkü.
Ve gerçeği aramak, bilmek, gerçeğin yasını tutmaktan ziyade gerçeği yaşamaktır marifet.
Önceki cümleyi okurken gerçek kelimesinin (fonetik) anlamını yitirmiş olması belki komik bir tesadüftür, ya da gerçeği yaşamışımdır az önce, kimbilir..