Bunlar benim ayaklarım, koşuyorlar. Bense şaşkınım, akşam olunca karanlığın böyle yumuşacacık, başımızın üstüne saçılışından. Bir hüzne, sonra bir sevince savrulup duruşumuzdan şaşkınım. İkisi arasında ne fark var, biz seçiyorsak. Kafam karmakarışık, oysa ayaklarım hafiflemiş, koşuyorlar. Belki kaçıyorlar; yılların kederinden, her coşkunun içinde saklı çöküşten, her üzüntünün uzadıkça ölüsü bilinmeyen bir yasa dönüşünden, her şeyin çürüyüşünden, pembe yanaklı bebeğin cesede, yemeğin boka, baharın kışa, kentlerin harabelere, ıslıkla eşlik edilen şarkıların sıkıntıya… çürüyüp gidiyorlar.
Başsız ayaklarım kanatlanmış, pudra şekeri serpilir gibi kararıyor sağım solum. Köpekler havlıyor, ağaçlar hışırdıyor, arabalar farlarını gözümün içine tutarak kornalarını çalıyor. Büyük kestane ağacında kargalar hep bir ağızdan gaklamaya başlıyor, nefessiz kalıncaya kadar tempo tutuyorlar. Sonra ani bir sessizlik. Gök paramparça olmuş. Nihayet gece.
Köle gibi yaşayıp köle gibi acı çeken kalabalığın hasetten ve aldanıştan ibaret öyküsü. Ahlaktan, vatandan, çalışmaktan bahseden dedikodu gürültüsü. İpsiz sapsız, vatansız bilsinler, bu en iyisi. Biz işimize bakalım dostlar, kalbimizi güzellik doldursun. Ayaklarımız kederli kafalarımızı sürüklediği sürece, ayaklarımızı dinlemek doğrusu.
Kara kargalar dallardan kanat vurarak yükselince, kuru dalların damarlarına benzediğini görürsün. Damarların nehirlere, nehirlerin tozlu camlar üstünde kayıp düşen yağmur izlerine, göğün denize, denizin dalgasının ağaç yapraklarına, güneşle olgunlaşan çiçeğin soğuktan donmuş kar tanesine… Suyun yürüdüğünü görürsün, su gibi yürür durursun, su değilsin fakat durursun, terlemişsin.
Yorumlar