Bütün üst düzey bilgiler aslında çok basit bir şey söyler.Konu psikiyatri veya fizik olabilir, farketmez. O bilginin üretilmesi için yıllarca gece gündüz çalışmış çok zeki adamlar olabilir, ayrıntılardan cımbızla çekilmiş, uykusuz kalınmış, süzgeçlerden süzülmüş de olsa, sonra o bilginin öğrencisi yıllarca uğraşmış, bir sürü emek de verse, bir an geliyor ve bahsedilen beyninde kısa bir cümleye tercüme ediliyor.
Hayatta her konuda böyle bir gerçek var, farkında mısınız? Uzun düşünmeler, formüller, kitaplar, tartışmalar, gözlem, tecrübe, bütün çaba, sonunda bilgi yüzünü insana açınca şaşkına çevirecek kadar basit olduğunu farkediyorsun, ”çok susadım su ver” demek kadar kendiliğinden ve basit. Parçaların çıt diye yerine oturduğu an. Belki daha baştan beri beynin günlük konuşma dilinden başka bir biçimde düşünemediğinden, herhangi bir bilgi zır cahile anlatılabilecek kadar basit cümlelere iniyor, belki baştan beri oradaydılar, bu yalnızca bir toparlanma. Basit her neyse.
Bilginin bu haline bir övgü kondurup sadeliğinden dem vurabiliriz. Sade ve güzel. Bu güzel bir konak açıkcası, bilgiyi hayranlıkla seyrettiğimiz, anlattığından bağımsız bir ”şey” olarak izlediğimiz ve ona ulaşıncaya kadar katettiğimiz kendi insanlık yolculuğumuzdan haklı olarak haz aldığımız, gevşediğimiz bir an. Fakat bir kere böylesi bir estetik zevk almışsan durur musun acaba, yoksa yeni zafer anları peşinde düşünmeye devam mı edersin, evren veya hayat de sen ona, onu anladım derken kastettiğin evreni kafanda günlük konuşma dilinin düzenine oturtmak olmasın? Elektronlar, ağaçlar, kadınlar, çocuklar üstüne sonsuzdan kopardığın küçük bir parçaya dair o bilgi, eninde sonunda çok sıradan kelimelere dökülebiliyorsa ve hatta sıradan kelimelere dökülmeye muhtaçsa; yaptığın başedilemez bir sonsuzluğu zaptedecek, kelimelere dökecek kadar daraltmak olmasın?
Günlük dil, kendisi sonsuza doğru genişler mi, yoksa ufku ayakta tutan direkleri altından çekip çökertir mi? Gerçeği kola kutusu gibi ezip katlanmış bir halde dilin düzenine sığacak kadar küçültür müyüz? Hakikate dair böyle bir sorunumuz varsa, dilin sınırları içindeki bu yazı nasıl olur da ondan bahsedebilir?
Bilgiden aldığımız estetik haz hatta şehvet bizi hakikate sürükler ister istemez. Hakikat, dil ve akıl için bir mittir. Akıl daha baştan hakikatle sonsuz arasında öyle bir evlilik kurar ki, asla başedemeyeceği, kapsayamayacağı sonsuzla, hakikat akıl tarafından damgalanır, erişilemez diye. Sonsuzluk akla sınırlarını hatırlatır ve hakikati ona yasaklar. Hakikat artık ödipal bir annedir. İstense de elde edilememesi daha hayırlıdır. Kavramın gelişimi öyle bir yerden gelir ki, kulaktan kulağa yayılan bir halk efsanesi gibidir, kafanın bir yerinde vardır hakikat, onun üstüne düşünmesen bile. Akıl hiç görmese de sahip olduğu bilgi parçalarıyla hakikat diye bir efsaneden dem vurur, anka kuşuna benzer hakikat, kaf dağının ardındadır da kaf dağı nerdedir?
Dil, kendisinin tabi olduğu gramer ve mantık/mantıksızlık kurallarının dışında bir alana işaret eder, istemeye utandığı ve ancak ima edebildiği o güzel, hakikattir. Bilgiye ulaştığında hissettiği o gevşeme hakikat söz konusu olduğunda asla ulaşılamaz. Hakikat öyle bir sevgilidir ki, asla yatağa giremezsin, annen gibidir, hakikati görmenin günahı gözlerini oyup çıkarsan da ödenmez. Hakikat, sonsuzla evlidir ve böyle bir babaya karşı elin kolun bağlı kalır. O yüzden zevk sahibi Yunan soyluları bilgi o tarihe kadar görülmemiş bir hızla üretilirken, ortalık bilge adamla dolmuşken, hiç bir şeyi bilmek mümkün değildir diyiverdiler, bilgece konuştuklarını bilerek. Zeytin ağaçlarının altında şarap içip yıldızları izlerken kıs kıs gülüyorlardı herhalde.
Anasıyla yatağa girmeyi reddeden tüm o varlıklar, çakıl taşları, dolma kalemler, yıldızlar ve insanlar; hepsi acılı bir aşk içinde hakikati susmak zorundadırlar. Hakikat söz alanının içinde değil, olmak alanındadır. Dil, hakikate hakikat dediğinde bir selam vermiştir, hepsi o. Varlık hakikate aşık olsa da, hakikati dile getiremez, sır olduğundan değil, sus olduğundan. Aşığın halini aşık anlar.
Öyleyse var olmak neye benzer, gözlerini kırpıştıran, acıkan, sıçan, seven ve bildiği en kesin şey öleceği olan bir insan olarak var olmak neye benzer? Sonsuzluk karşısında ezilip gitmiş, bütün bu varlıklar, yapayalnız acı içindedir. Varlığın yalnızlıktan duyduğu acıyı insan tek başına üstlenmiştir. Başka hiçbir varlık, var olmanın onu hiçlik önünde düşürdüğü durumun farkında bile değildir. Sadece var olduğu için yalnız. Bütün varlıkların vicdanını, bu ağır yükü yüklenmiştir insan. Burdan ta evrenin sonuna kadar, bilmediğimiz bir sona kadar, hiçliğin korkunç güneşinin altında susuz kavrulmuş bir çöl düşün, o çölün bir de üstüne ateşle cayır cayır yakıldığını düşün, sonra çölün o yangını güzel bulduğunu, o yangından daha güzel bir şey görmediğini. Gelsin de ateş gelsin, o çöl yangına susamıştır.
Var olmak hazla tutuşmuş bir yangındır, kendine ateş değmeyen.
Yorumlar