“Bak” diye girdi söze. “Bak ben artık çok yoruldum. Öyle yoruldum ki; artık bu ilişkinin içerisinde yalnızca sessiz bir an arıyorum dinlenmek için. Sakin ve huzurlu bir an arıyorum. Dingin bir uyku. Hani kumsalda akşamüzeri herkes çekilir, deniz çarşaf gibi olur ya bir yarım saatliğine. İşte o denizde sırtüstü yatıp kendini suya bıraktığın ânı istiyorum. Ve…” Bir anlık sessizliğin ardından gırtlağını temizlerken önümüzdeki sehpaya uzanıp iki gündür orada duruyor olması muhtemel bardağın dibindeki suyu içti. Konuşmanın önemli bir anında olduğumuz çok belliydi. Doğum sancısı başlamıştı ve merak içerisinde o kelimelerin dünyaya gelmesini, konfeti gibi havaya saçılmasını ve üzerimize ağır ağır serpilmesini bekliyordum. “Ve” diye devam etti söze, “galiba bunun seninle olması artık mümkün değil, bilmiyorum, ama bu riski almam gerektiğini düşünüyorum”.
İnsan bu anlarda kendini yerde arar. Halının üzerinde kendini bulmaya çalışırsın. Birkaç ekmek kırıntısı, bolca kadın saçı arasında görece uzun bir gezintiye çıkarsın. Orada birkaç farklı sen vardır. Mantıklı, yıkık, dirençli, kızgın, birkaç başka alternatif daha belki. İçlerinde en kötüsü umudu olandır. Gider onu bulursun. Değişmez. Hemen o umudun omzundan destek alıp toparlanır, yere eğdiğin başını kaldırıverirsin.
Büzüşmüş dudaklarımla konuşmaya başlayacakken ayağa kalkıp balkona doğru birkaç adım attı. Arkası bana dönük olunca söze girme anını biraz erteleyip bir sigara yakarak başımı televizyona çevirmiştim ki, açılan balkon kapısından gelen hakiki soğuk, sert bir hareketle paçalarımdan girerek bedenimi işgale başladı. “öff, çok sıcak oldu” diyerek yerine döndü. Gerginliği apaçık ortadaydı ama o gerginliğe belli bir rahatlığın eşlik ettiğini anlamak için de dahi olmaya gerek yoktu.
“ne istiyorsun, ne yapmamı istersin” deyince gülümsedi. İşte aşağılık hali odur o umutlu “sen”in. Her şey yoluna girecek merak etme der sana. Şimdi yavaşça onun dilediği akışa bırak kendini. Bırak ki anlasın ne kadar önemli olduğunu. Sonra nasılsa yoluna girer…
Açık kapıdan giren soğuk, bedenimde farkedilir bir titreme yaratmış olsa da bu durumdan rahatsızlığımı ifade edemeyecek kadar çaresizdim. Buzdan bir ses ve sanki hiç tanışmıyormuşuz gibi bir yüz ifadesiyle “bilmiyorum” dedi. “Belki gitsen iyi olur”.
Bak o andan sonrası da her zaman hüzünlü bir öykü doğurur. Her bir mimik, jest, sarfedilen her söz, hazırlanan o çanta, o sırada olan her şey; çalan müzik mesela, ve tabii kapıdaki o vedalaşma anı… Her küçük detay bir edebiyat parçasıdır.
“Nasıl istersen” diyebildim. Küçük bir çantaya birkaç tişört, iki don, bir pantolon, traş bıçağı, diş fırçasıyla bi montu katlamadan koyup salona döndüm. Kapının önü dramdı tabii. Son sevgi sözcükleri, alelade bir kucaklaşma…
Apartmanın koridorunda yürürken gelen kapının kapanma sesiyle geri dönüp, önünde bir süre daha durdum. Belki beş dakika, belki biraz daha uzun. Altı santim kalınlığında çelik kapı… Anahtarı cebimde, sol göğsüm hizasında zil de var. Öylece bekledim, gözlerim o küçük delikte… Beş, altı… Sonra birden kapı açıldı. Benim elimde siyah bir çanta, onunkinde lavanta kokulu çöp poşeti, gözgöze kalıverdik. O upuzun an boyunca kaşları çatık bir şaşkınlıkla yüzüme baktı. Ardından gözlerini yavaşça üzerimden çekip elindeki poşeti yanıma koydu. Geriye attığı adımla kapıyı da kapatırken, “şunu da” dedi, atsana giderken.
Yorumlar