1.
– Reenkarnasyona inanıyor musun?
Nereden çıktı şimdi bu soru? Çok gergin bakıyor Elif. Anlatacağı şeyle ilgili olmalı. Hâtta anlatıp anlatmamakta kararsız sanki. Hiç bu kadar huzursuz görmemiştim onu.
– İnanıyorum. İnanmak istiyorum. Bir çeşit adalet inancı aslında bu. Tek yaşamlık şanslar ya da şanssızlıklarla bitmiyor olmalı her şey. Öyle olsaydı çok saçma olurdu. Çok zalimce olurdu. Hadi diyelim bu dünyada gerçekten bir sınava tâbi tutuluyoruz. Farklı şartlarda farklı yöntemlerle sınanıyor olmalıyız ki sınav adaletli olsun.
Bir süre daha hiçbir şey söylemeden daldı gözleri. Neden sonra derin bir nefes alıp anlatmaya koyuldu.
– Benim yılda birkaç kez gördüğüm bir rüya vardır. Bir hastanenin çatısındayım. Koyu tenliyim. Başka bir bedendeyim ama sonuçta o kişi benim. Düşünen, hisseden. Gördüğüm manzara daha çok tek katlı evlerden oluşan, üzerine kavurucu sıcağın pusu çökmüş, sessiz, matem içinde bir şehir. Her şey çok gerçek. Derin bir acı var içimde. Sonsuz, onarılamaz bir acı. Savaş gibi bir şey olmuş. Bebeğimi kaybetmişim. Öldürmüşler onu. Bir parçam, benden daha büyük bir parçam gitmiş. Onarılamaz haldeyim. Binanın tepesindeyim. Az sonra atlayacağım. Rüzgârı yüzümde hissediyorum. Belime kadar uzanan saçlarım uçuşuyor. En ufak bir tereddüdüm yok. Bırakıyorum kendimi hastanenin çatısından. İnsan rüyada bir yerden düşerken uyanır ya da onun rüya olduğunu fark eder ya; yere çarptığım ânı da, kanlar içindeki o son saniyeleri de sonuna kadar hissediyorum. Bilincimi kaybedene, yani ölene kadar bedenimdeyim. Sonra… Sonra bitiyor her şey. Tekrar bugünkü ben olarak dışarıdan bakıyorum tabloya. İçimde aynı acı. İçimde aynı boşluk. Öyle ki, gördüğüm ve hissettiğim acıya dayanamayıp bir kez daha bilincimi yok etmek, hiçbir şey hissetmemek istiyorum. Gözyaşları içinde uyanıyorum.
– Kaç kere gördün bu rüyayı?
– Belki yirmi kere.
– Peki her seferinde ilk kez görüyor gibi bir bilinçte misin, yoksa neler olacağını biliyor musun?
– Neler olacağını biliyorum ama yaşadığım, hissettiğim acı her seferinde aynı dayanılmazlıkta ve her seferinde ölümden başka çare görünmüyor. Hissettiğim acı çok gerçek. Kaybettiğim bebek çok gerçek. Ölüme giderkenki kararlılığım çok gerçek.
– Yani bu daha önceki hayatının son dakikaları öyle mi?
– Bana öyle geliyor. Öyle hissediyorum. Bir rüyanın insanı bu kadar etkilemesi, hattâ, tüm hissettirdikleriyle bu kadar detaylı hatırlanması normal mi sence?
Ne diyeceğimi kestiremedim. Belki de o kadar anormal bir şey değildir bu, rüya görmek de bir yaşantı, bir algı kesiti sonuçta. Beyin gün içinde algıladıklarıyla insana ne hissettiriyorsa, rüyada da onu hissettirebilir. Hattâ yaşatabilir.
– Bilemiyorum. Gerçekliği çok yüksek rüyalar gördüğümü hatırlıyorum. Uyandığımda senin kadar detaylı hatırlamasam da beni birkaç gün etkileyen rüyalarım olmuştu. Baksana, aklıma ne geldi, ben bunu öykü olarak yazmak isterim. Kadın önceki hayatının son dakikalarını sonraki hayatında rüyasında görüp duruyor. Güzel bir yere bağlamak gerek tabii. Bu haliyle öykü olmak için yeterli değil. Sen anlatırken kafamda bir çerçeve oluştu aslında. Üzerinde çalışırım iznin olursa.
– Öyküsü yazılsın diye anlatmadım ama yazabilirsin tabii, mahsuru yok benim için.
Kafamda oluşan çerçevede, hikâye, Elif’in doğumundan birkaç yıl önce, savaş halindeki bir orta doğu şehrinde geçiyor. Elif rüyasını anlatırken aklımda Halep, Beyrut gibi şehirler canlanmıştı. Araştırmaya da oralardan başladım.
2.
“Nesteren, her neredeysen hemen bana gelmelisin! Seni buldum galiba!”
3.
Mesajımdan kırk beş dakika sonra kapı çaldı. Açtığımda göz bebekleri büyümüş, benzi sararmış bir Elif gördüm karşımda. Gerçek mi bütün bunlar? İsmini mi hatırladı gerçekten? İçeri girer girmez hiçbir şey söyleyemeden hıçkırıklara boğuldu. Bayılacak gibiydi. Sendelediği anda sırtından kavrayıp kanepeye taşıdım. Uyusun biraz. Sonrasında konuşuruz her şeyi.
4.
– Tamam, artık ağlamayacağım, söz. Nasıl buldun peki?
– Öyküyü oluşturmak için biraz araştırma yapayım dedim. Google falan. Bir sürü yazı, belgesel çıktı karşıma. Bu kadar yakın bir konum olması benim reenkarnasyon teorilerime pek uymasa da sen rüyayı anlattığın andan itibaren hep Orta Doğu canlandı kafamda. Halep, Beyrut derken İran-Irak savaşına vardım. Ve sonunda da Hürremşehr! Nesteren’in yirmi dört yaşına kadar yaşadığı şehir! Tanıdık geldi mi?
Hürremşehr dediğim anda bir kez daha irkildi. Tekrar uzaklara dalıp gitti. Yine gözleri dolacakken toparladı.
– Bir yandan bu şehri ilk kez duyuyor gibiyim. Bir yandan da o kadar tanıdık bir kelime ki…
– Hikâyeyi oturtacak bir şehir ve o dönemde intihar etmiş kadın haberleri ararken, 1981 yılında, İran-Irak savaşının hararetli zamanlarında Hürremşehr’de Nastaran Lashgari adında, savaş yüzünden bebeğini kaybetmiş bir kadının, bir hastanenin çatısından kendini attığı haberi çıktı karşıma. Sitenin ana başlığı ise şöyle: “Hayatta hiçbir şey kazara olmaz. Tesadüf diye bir şey yoktur.” Kadına ait bir fotoğraf, bir betimleme aradım ama yok. Sonrasını biliyorsun.
Bir detay daha vardı aslında ama onu söyleyip söylememek konusunda karar veremiyordum bir türlü. Hikâyenin içinde ne kadar önem taşıyacaktı emin değildim. Acı, gerçekti. Tarih gerçekti. Elif’in rüyası gerçekti. Bir ismin ne önemi vardı ki! Söyle gitsin.
– Aslında bir ayrıntı daha var. Söylemekte tereddütlüyüm. Bütün bu olanlar, anlattığın rüya, yazmaya çalıştığım öykü, senin tekrar tekrar hissettiğin acı… Bunları düşününce çok önemi olmasa gerek dedim ama sende nasıl bir etki yaratacağını da kestiremedim. Sonra, uzun zamandır yaptırmayı düşündüğün şu dövme geldi aklıma. Hani, belki, dedim, bu ismi yazdırmak istersin bedenine. Rüyalarında boşluğunu hissettiğin o bebeğin ismini. Yirmi dört yaşında savaşın Nesteren’den aldığı bebeğin ismini: Armin. Armin’miş adı.
Bütün bu tuhaflıklara rağmen Elif’in Nesteren olduğuna inanamıyordum bir türlü.
– Armin… Armin… ARMİN!… Armin…
Kendinden geçmiş gibiydi. Sigara paketine uzanıp bir tane yaktı. Yerinden kalkıp odada bir süre gezindi. Beni artık görmüyor gibiydi. İsmi tekrarlayıp duruyordu. Armin… Armin… ARMİN!… İçi sıkıldıkça sıkıldı. Gözleri doldu. Ağlayacak mıydı yine? Keşke ağlasa. Ağlamak iyi gelir. Yutkunmakta, nefes almakta zorlanıyordu sanki. Pencereyi açtı. Derin nefesler aldı.
Neden sonra “İyi misin?” diye sormayı akıl edebildim. “İyiyim” dedi. “İyiyim.” Tekrar pencereye yöneldi. Bana döndü. “Armin” dedi. “Bebeğimin adı “Armin”di. Elindeki sigarayı söndüreyim diye bana uzattı. Yine de gözleri beni görmüyor gibiydi. Baktığı her şeyi delip geçiyordu sanki. “Armin” dedi. “Armin”.
Tekrar pencereye yöneldi, son bir kez bana döndü, “Armin” dedi. Bilinçsizce bakıyordu artık gözlerime. Sanki artık başka biri gibiydi. Sonra pervazdan tutunarak kendini yukarı çekmesiyle altıncı kattan aşağı bırakması bir oldu.
“Nesteren!” diyebildim yalnızca ardından. “Nesteren! Elif!”
>> Pinhani / Geri Dönemem / 3′ 12″
Harika.
Bir an gerçek hikaye olduğunu sandım, tebrik edeirm.
Bir ruya ve hayal insanı olarak cok etkilendim… tebrikler!