buluşmalara hep on beş dakika geç giderdi. üzerine bir de istemsiz gecikmeyi eklemek gerekirdi tabii. müge’nin derdi günü güçlü olmaktı. kimse gülemezdi onun hallerine, kimse acıyamazdı ona, ağladığını görmediler bugüne kadar.
yine sitemsiz ve güleryüzle karşıladı onu caner. yirmi beş dakikadır bekliyor olmasını sorun etmemişti yine. müge’yi gördüğüne seviniyordu her zamanki gibi. ama onunla buluşuyor olduğuna da hâlâ şaşırıyordu aradan bir buçuk ay geçmesine rağmen. bu yüzden, müge’nin ilgisizliklerine de, buyurganlığına da pek itirazı yoktu. sonuçta seviyordu onu. güçlü oluşunu, sahiplenmeyişini ve sahiplenilmeyişini. arkasında gizlediği gülü uzattı utangaç gülümsemesiyle. ilk kez böyle bir şey yapmaya cesaret etmişti. içinden öyle gelmişti. kadınlar gülü severdi. mügeler gül sever miydi peki? emin değildi… teşekkür ederek gülü aldı müge. tıpkı bir kağıt helvayı, bir külah dondurmayı, sıkıcı bir kitabı alır gibi aldı gülü. yürümeye başladıkları anda sosyoloji hocasının bugün derste nasıl saçmaladığından, kendisinin ona nasıl da lafı koyduğundan bahsetmeye başladı. oturacakları mekana geldiklerinde de devam etti gün içindeki “önemli” olaylar silsilesi. elbette o anlatacaktı. caner’in, sıradan bir gün içinde yaşadığı olayların nesi önemli olabilirdi ki? sorulmaya bile değmezdi belki. sohbet her zamanki seyrinde iki saat kadar sürdükten sonra müge evlere dağılma kararını verdi. caner bu iki saat için oldukça müteşekkir olsa da (ki sohbet boyunca tam üç kere elini tutmasına da izin vermişti müge), her zamanki gibi erken gelmişti yine vedalaşma kararı. hesabı ödeyip çıkarlarken, dönüp dönüp müge’nin masada unuttuğu güle baktı caner, umutsuzca. müge masaya gururla “umursamazlık” bayrağını dikmişti sanki. her şey yerli yerindeydi…
…
eve vardığında yine dedesinin, zemini pek de güvenilir olmayan tavan arasına dayadığı merdiveni gördü müge. “evi başımıza yıkacaksın sonunda be dede! bırak artık şu rüyanın peşinde koşmayı! mektup falan yok işte!” dedi. rıfat bey eskinin “ağır” adamlarındandı. ömrü boyunca sert görünmüştü ama aslında sevgiyle doluydu. sevgisini göstermeyi beceremiyordu nedense. utanıyordu belki. ömründe hiç kimseye sevdiğini söyleyememişti. sekiz yıl önceki ölümünden birkaç gün sonra, onu rüyasında ziyaret eden biricik aşkı, otuz yedi yıllık hayat arkadaşı gülnaz hanım’a bile. bu ziyarette gülnaz hanım, tavan arasındaki kirişlerden birine bir mektup bıraktığını, rıfat bey’in içini kemiren kimi pişmanlıklarından kurtulmasının mektubu bulmasına bağlı olduğunu anlatmıştı gülnaz hanım. o günden sonra bir daha da ziyaretine gelmemişti rıfat bey’in. rıfat bey tavan arasını didik didik etmiş, bir türlü mektup bulamamıştı. bakmadığı kiriş, aralık, oluk bırakmamıştı. aramaktan vazgeçmeye niyeti yoktu ama, anlayışsız torunundan azar işitmemek için de onun evde olmadığı zamanlara denk getirmeye çalışıyordu aramalarını. mektubu bulamadan ölüverirse, sebebi bu nemrut kız olacaktı. torununun sesini duyar duymaz endişeyle merdivene yöneldi rıfat bey. yukarıdan, acil durum için hazırda tuttuğu çivileri göstererek, “paslanmamış birkaç tane bulabildim alet sandığında, bahçe kapısı destek istiyor biraz.” dedi. dedesinin yüzüne bile bakmadan odasına geçti müge. artık alışmıştı bu yalanlara.
üstünü değiştirirken cep telefonuna gelen mesajı ancak serin bir duş aldıktan sonra okudu. caner’dendi mesaj. “olmuyor” diyordu caner, “hiç olmadı ki.”
önce yatağa uzandı müge. telefonu ayaklarının dibine doğru fırlattı. birkaç dakika sonra tekrar okudu mesajı. “olmuyor” diyordu caner, “hiç olmadı ki”.
gülümsedi. aklı sıra bana kapris yapıyor, diye düşündü. kimdi ki o? müge ne isterse onu yapan bir erkek, ona kör kütük âşık bir aptaldı işte. ve şimdi mesajında “olmuyor” diyordu caner, “hiç olmadı ki”.
şaşkınlığı öfkeye dönüşmek üzereyken cevabı şekillenmişti zihninde. “aptal aptal konuşma.” yazıp yolladı. normalde otuz saniye içinde gelmesi gereken yanıt, bu sefer bir türlü gelmiyordu. herhalde görmemiştir diye düşünerek birkaç dakika daha bekledi. türlü senaryolar üreterek “makul süreler” veriyordu caner’in sessizliğine. ama olmuyordu bir türlü, cevap yazmaya niyeti yoktu caner’in, son sözünü söylemişti zaten. “olmuyor” diyordu caner, “hiç olmadı ki”…
müge ömründe ilk kez, ve belki de en beklenmeyecek kişi tarafından terk edilmişti işte. tanımadığı bu duyguya alışamadı bir türlü. ne yapacağını, bu duyguyu nasıl yaşayacağını bilmiyordu. tekrar tekrar baktı telefona. tekrar tekrar okudu mesajı, mecaz aradı, gülen surat aradı, bulamadı… “olmuyor” demişti caner, “hiç olmadı ki”…
en son ne zaman ağladığını bile hatırlamıyordu oysa. gözlerinden süzülen sıcaklığın, dudaklarına yayılan tuzun nasıl bir şey olduğunu unutmuştu. öfkeden ağlıyordu. olsa olsa öfkesinden ağlardı o. sinirleri bozulmuştu işte. caner’e âşık olma ihtimali zaten yoktu. müge’nin yanındaki sessiz sakin çocuktu o sonuçta. zararsızdı. işte bu kadardı. daha fazlası değildi. öfkeden ağlıyordu. hıçkıra hıçkıra ağlıyordu artık. öylesine bir öfkeydi bu, öylesine bir nefret. ne tuhaf bir çocuktu bu caner de. ne salak bir çocuktu. çok öfkelenmişti. o yüzden, ağlıyordu. dizlerini karnına çekti müge, başını yatağa gömdü, ağlıyordu… öfkeden…
hıçkırıklar arasında daldığı uykuda caner geldi ziyaretine müge’nin. “neden?” diye sordu müge ağlayarak. tıpkı bir çocuk gibi, sevgi dolu bir kadın gibi. “neden? neden beni bıraktın?” caner elleri cebinde ve bıyık altından gülümseyerek onu süzüyordu. sanki birazdan bir şaka yapacak gibi muzip bir gülümsemeydi bu. hattâ biraz da müge’yi küçümseyen bakışlardı bunlar. acıyan bakışlardı. “nedenini” dedi caner, “tavan arasındaki sandıkta, gülnaz hanım’ın ölürken üzerinde bulunan hırkanın iç cebine bıraktığım mektubu bulursan anlayacaksın. ama sen tavan arasını pek sevmezsin, bir de orası pek güvenli değildir zaten. illa merak ediyorsan da dikkat et, evi yıkma sakın!”
uyanır uyanmaz telefonunu aradı müge. tüm bunların saçmalıktan ibaret olduğundan emindi. mesajlara baktı hemen. yalnızca bir rüyadan ibaret olduğunu düşündüğü mesajı olanca gerçekliğiyle görünce irkildi. “olmuyor” diyordu caner, “hiç olmadı ki”… henüz kurumamış gözyaşlarını yüzünde hissettiğinde tekrar dolmaya başladı gözleri. bu rüyaya itibar göstermesi olanaksızdı. ancak içindeki, bir türlü engelleyemediği, büyüdükçe büyüyen yumru, nefes almasını zorlaştırıyordu artık. salonun kapısını açtığında divanda uyuklayan dedesini gördü. ayaklarının ucunda, sessizce merdiveni tavan arası girişine dayayarak tırmanmaya başladı. caner’in rüyada bahsettiği hırkayı, sandığın en altında, yeşil bir örtünün içinde buldu. yıllardır dokunulmamıştı. rıfat bey’in bir tek ona dokunmaya cesareti yoktu tavan arasında. mektubun orada, o hırkanın iç cebinde olmaması için her şeyini verirdi müge. eliyle usulca cebi yoklayıp, içinde bir kâğıt olduğunu fark etmesiyle bütün vücudu irkildi. gözlerinden yaşlar oluk oluk akmaya başladı yeniden. nefesi kesiliyordu ağlarken yine. kâğıdı yerinden aldı. dörde katlanmıştı. tam açacakken dedesini tavan arası kapağından başını uzatmış şekilde gördü. dedesi hayretler içinde mektuba bakıyordu. ağır ağır torununun yanına yaklaştı. rıfat bey’in mektuptan ayıramadığı gözleri doldu. “buldun onu değil mi yavrum? mektubu buldun değil mi? sen buldun…” konuşmakta güçlük çeken müge hıçkırıklar arasında “ben buldum.” diyebildi yalnızca…
* * *
rıfat bey, otuz yedi yıl boyunca bir kez bile söyleyememiş olsan da, bana her bakışında gözlerinde gördüm, sevginden aldım yaşama sevincimi. için rahat olsun. mutlulukla, huzurla gidiyorum. seni çok seviyorum.
gülnaz.
* * *
dedeyle torun birbirlerine sarılıp ağlaştılar…
…
caner o akşam telefonuna gelen mesajı görünce sevgiyle gülümsedi:
“seni ben çok seviyorum, aptal aptal konuşma!”
Yorumlar