Friedberg (Hessen) ‘deki kilisenin ‘gelin kapısı’ na bakan meydandaki bankta oturuyorum. Mevsime uygun çürümüş yaprak ve domuz sosisi kokuyor hava. Öğleden hemen sonrası. Güneş var ama ısıtmıyor. Var ama hava grimsi. Kilisenin çanı çalmaya başlıyor. Çan…Bu kasabada doğdum ve bebeklik-çocukluğum bu kasabada geçti sayılır. Nasıl ki Türkiye’de öğle ezanında sokaklarda kimse olmaz, bu çan çan’lar onu anımsatıyor. Kimse yok etrafta. Çocukluğumun (hem Almanya hem Türkiye’deki) o güneş tepede yalnızlığını ansıyorum.
Önümdeki havuz durmadan su fışkırtıyor. Avrupa demek; taş ve su demek, diyorlar…
Gelin kapısı önünde sigara ucuna sigara ekliyorum.
Bir saat kadar önce Bahnhof str.13’deki baba (çocukluk) evine uğramıştım. Yıllar önce bu evde oturduğumu, evi gezmek istediğimi söyledim çat-pat almancayla. Evin yeni sahipleri izin vermedi. Bahçeye çıktım. Ortak avluya bakan bahçe katlarının birinden çocukluk aşkım Heidi çıktı. Tanıdım. O görür-görmez bakış atıp hıza uzaklaştı çam bahçe kapısından. İşte .. no:11’in garajında kukusunu göstermişti bana. Hatırladım. En son 1999’da süpürmüştüm ben bu bahçeyi. Babam sağdı ve 25 yıldır aynı evde oturuyordu, ben 20 yaşında ziyaretine geldiğimde.
Çan…çan… Papaz çıkmadı kiliseden… Hiç çıkmadı. -ki aslında burası hep Yahudi ghettosuydu- Angelica’yı bekliyorum. Seyahat izniyle ilgili bir vize problemi olduğundan önce internet cafe sonra polis merkezine uğrayacak. Bana yoğurtlu, çilekli ve makarnalı dondurma ısmarladı. (doğruydu bu ve annem anlatmıştı). Bekliyorum. Sigara ucuna sigara ekliyorum.
Yaşlı bir kadın geliyor. Bir elinde bizim pazar arabası dediğimiz türden çek çekli-tekerlekli bir çanta var. Diğer elinde karton bir külahta pomays. Çek çek’i yere bırakıp parmak ucuyla tehdit eder gibi bir şeyler söylüyor. Kafamı toplayabilsem anlayabilirim çat pat söylediklerini…Dinleyemiyorum. İzmaritleri ya da dondurma külahını yere atmış değilim. 60 yaşlarında, beyaz saçlı, gözlüklü, gençliğine zarif bir kadın olduğu belli ‘bu’ insan, ses tonunu yükseltip- bana bana – parmağını dikelttikçe sinirlenmeye başlıyorum. O durmadan durmadan konuşmaya devam ediyor.
Sıkılıyorum, bunalıyorum. Birazdan çan üç defa daha ötecek; “çan-çan-çan”. Parmak gözüme, göğsüme dürtüldükçe “Naayynnn! halt die Klappe!” çıkıyor ağzımdan. Duruyor, çenesini gerçekten kapatıp usul bir “bitte entschuldigen” ile az önce hararetli hararetli benle tartışan o değilmiş gibi uzaklaşıyor çek çeki ile.
Etraf çürümüş yaprak, domuz sosis ve tütsülenmiş göl balığı kokuyor.
Kadın gelin kapısının yanındaki “azizler geçidi”nden kiliseye girip kayboluyor.
Sigara üstüne sigarayı yineliyorum. Kilise çanı ikinidiyi dövüyor: “çan-çan-çan-çan”.
Angelica ‘dan hala haber yok.
İşin aslı öyle biri de yok.
Yerimden kalkıp babamın her akşam mesai sonrası uğradığı “Türk kahvesi” ne gidiyorum.
Birazdan barın sahibi gelip “sen kimsin, tanıyamadım”… soracak; “ben, Muharrem’in oğluyum” diyeceğim, demeyeceğim.
O önüme en adisinden bir kasa bira koyup Amasya’lıyı göstererek “baban her pazar aha bununla bu kadar içerek öyle kalkardı buradan” deyip başka bir şey söylemeden uzaklaşacak, ben babamın bagajında tuttuğu sıcak biralar kadar lezzetsiz şişeleri tek tek gömüp ardından ara sokaklardan salına salına öyle gideceğim otelime. 25 yıldır olduğu gibi…
Amasyalı diye biri de hiç olmamış olacak.
Yorumlar